Bölüm 2

23 6 0
                                    

Nefes alamayarak uyanıyorum. Sarılarak uyumayı hiç sevmiyorum gerçekten. Ona dönüp işaret parmağımla yanağını dürtüyorum. Yavaşça aralıyor gözlerini. Aşkla bakıyor güzel gözleri. Son zamanları düşünüyorum o zamanda böyle mi bakıyordu? Sanmıyorum. Ama şimdi o kadar güzel bakıyor ki bırakıp gidemiyorum. Bir kez daha büyük bir çıkmazın içine atıyor beni bu adam. Ben çıkmaya çalıştıkça kaydırıyor ayaklarımı. Oysa tam tersi olması gerekmez miydi? Düştüğümde kalkmam için elini uzatması gerekmez miydi? Daha ne kadar itebilir ki beni, yetmedi mi düştüğüm günler? Yetmedi mi gözyaşlarım? Gerçi yetmemiş olacak ki hala bitmedi gözyaşlarım.
Hayat bana ne tür bir oyun oynuyor gerçekten bilmiyorum. Ama şunu biliyorum insan kimseye anlatamadığında gider psikoloğa. Beni bu hale getiren bana şu an aşkla bakan bu adamdı işte. Beni intihar etmiş bir kız yapanda oydu. İntihar ettiğimi bile görmeyen adamda oydu. Kızıyorum ona, çok kızıyorum. Her şey için kızıyorum, sanırım yapabildiğim tek şey bu olduğu için. Evlilik teklifine ağlayarak evet diyemediğim için kızıyorum mesela. Hayır demek istediğim içinde kızıyorum. Beni böyle ortada ve yapayalnız bıraktığı için kızıyorum. Şu anda heyecanla gelinlik aramadığım içinde ona kızıyorum. Çünkü beni bu noktaya getiren o. O işte. Şimdi büyük, güzel, kahverengi gözleri böyle aşkla bakıyor diye geçmedi ki hiçbir şey. Beni bu kadar kızdıran adam o.
Kırk yıl sonra bile bu adam benim bileğimdeki bu ince çizginin nedenini bilmeyen adam olarak kalacak hatta belki de o zaman bile görmeyecek bu çizgiyi. Belki de asla karşısına geçip bağıra çağıra ben intihar ettim ama sen bunu bile göremedin diyemeyeceğim. Bunun için bile kızamayacağım ona. Beni hala hiç umursamadığı açıkça belli ama o zaman niye benimle evlenmek istiyor? Bir adam sadece eve gelip evde onu bekleyen karısını ve çocuklarını görmek için aslında hiç umursamadığı bir kadınla evlenebilir mi? Belki bunu yapabilir peki o hiç umursamadığı kadına aşkla bakmayı başarabilir mi? İşte bunu başarıyor Fatih. Bunu o kadar başarıyor ki neyin içinde olduğumu anlayamıyorum. Farklı bir oyunun içine düşmüş gibi hissediyorum kendimi. Dün sorsanız beni hiç sevmiyor derdim ama şimdi aşkla bakan gözleri karıştırıyor kafamı.
Kızmamalı mıyım? Hüznümün acısını ondan çıkartmıyorum ki, bu hüznü kalbime atan o. Ben çok ağladıysam eğer onun yüzünden. Ben iki senedir yanımda olan adamın gözlerinin aşkla bakmasını garip buluyorsam bu o asla bana değer vermediği için. Bu da onun yüzünden yani. Güne yeni başladım biliyorum ama bu gün nasıl bitecek şimdi? Ne yapmalı, nasıl çözmeli kalbimdeki sorunları? Ne kadar kızıp bağırmalı geçmesi için acım. Geçer mi? Öyle kızıp bağırınca, kırıp dökünce geçer mi acılar? Hiç ağlamamış gibi olur muyum mesela? Ya da artık zor gelmez mi gülmek. Çiçekler daha güzel kokar mı peki? Ya da aynı rüzgar savurur mu tekrar saçlarımı? Yine hisseder miyim kalbime dokunmak istediğini? Geçer mi? Ne zaman ve nasıl geçer? Peki ya bileğimdeki ince çizgi, o da geçer mi? Son bir sorum var. Peki bütün bunlar geçtiğinde benim gözlerim de ona aşkla bakar mı?
Sanmıyorum. Tam da bu yüzden bu gün bitecek belki ama bu hayat nasıl bitecek? Yoruluyorum yaşarken. Onunla uyurken rahat nefes bile alamıyorum ben. Oysa onun kokusunu içime çekebilmek için çok derin nefesler almam gerekmez miydi? Duymayayım o cümleyi. Sadece filmlerde olmaz. Kafamın içinde hep Selen Hanımın o cümlesi var, sevginin çeşitleri var. Peki benim Fatih'e olan sevgimin çeşidini çözebilir miyim, hazır mıyım bunu çözmeye?
Adam bana bu kadar sıkı sarılırken ondan ayrılmayı düşünüyorum, bunu istiyorum. Kendimden iğrenmeme sebep oluyor bu. Ama öyle büyük bir çıkmazın içindeyim ki ne yapmam gerektiğini gerçekten bilmiyorum. Sadece birinin gelip bana bütün doğruları göstermesine ihtiyacım var. Bende biliyorum şu an çok doğru bir yerde ama çok yanlış bir insanla olduğumu. Sadece birinin bunu bana açık açık söylemesine ihtiyacım var. Kabullenmem için sanırım.
"Çok güzelsin" diyor.
Gülümsüyorum. O kadar güzel bakıyor ki sevildiğimi hissediyorum. Uzun zamandır böyle hissetmediğimi fark ediyorum. Belki de tek sorunum buydu. Belki de çözebiliriz bir şeyleri kim bilir. Şimdi tekrar alışsam varlığına, bütün acılarım son bulsa birden unutabilir miyim, sanmıyorum. 
Her şey şu an oluyor biliyorum şimdi üzdü beni ve hemen şimdi düzeldi her şey. Tam şimdi çözüldü bütün problemler. Ama aynı zamanda tam şimdi üzdü işte. Bundan on yıl sonrada tam şimdi üzmüş olacak. Hep taze kalacak acım. Hep kanayacak yaram. Ben şimdi bunu bile bile unutmuş gibi yapabilir miyim her şeyi? 
Kin tutmak değil benimki. Sadece canımın bir kez daha yanmasını istemiyorum. Kendimi korumaya çalışıyorum. Zaman değişik bir kavram, her şeyin aynı anda yaşandığı bir dünyada yaşıyoruz, üzüldüğümüz zaman bütün ömrümüz boyunca üzülmüş oluyoruz yani, işte tam da bu yüzden ikinci bir şans verilmeli midir bizi bir ömür üzen insanlara? Bahsettiğim şey asla affetmek değil, hiç olmadı. Her zaman affetmekten yana oldu kalbim ama ikinci bir şans işte bu çok başka bir şey.
Bence bizim neslimiz affetmeyi çok yanlış anladı. Birini affetmek onunla her şeyi düzeltmek ve yaşananlar hiç yaşanmamış gibi davranmak değildir ki. Birini affetmek onu ve kendinizi azat etmektir sadece. Kırgınlıkları bitirip aradaki mesafelerle devam etmektir yola, hatta çok başka yollara büyük ihtimalle. Birini affetmek demek sırf affettiniz diye yine onu öpmek zorundasınız demek değildir. Sadece böyle bir yükü sırtınızda taşımamak için yaptığınız bir şeydir. Kalbinizde hep ona kızmayın diye. Başka mutluluklara da yer açmak için tabi ki ama sadece mutluluklara değil başka acılara ve başka kalp kırıklıklarına da yer açmak içindir.  
"Aç mısın?" diyor.
Gülümsüyorum, beni tanımayışına bile gülümseyebiliyorum artık. O da benimle birlikte gülümsüyor muhtemelen güzel şeyler düşündüğümü sandığı için. 
Ben asla uyandığım an aç olmam. Öyle büyük kahvaltılar da güzeller ama benim için sadece Pazar günleri. Yaşadığım şu hayatta hep aceleyle dışarıdan alınmış poğaça simit gibi şeylerle kahvaltı etmeyi sevdim. Her zaman yanında Starbucks'tan alınmış sıcak filtre kahveyle tabi ki.
"Evet ama çıkmam lazım" diyorum.
Suratı düşüyor. Kıyamıyorum. Ona asla kıyamam biliyorum. Bir an önce ne yapmak istediğimi bulmam gerekiyor biliyorum. Tamam beni bütün ömür hüzne boğdu ama yinede o gerçekten çok güzel bir adamdı. O uzun kollarıyla sıkıca sarılmayı çok iyi bilirdi Fatih. Çok iyi bir adamı üzmek, buna ömrümün hangi noktasında cesaret edebilirim gerçekten bilmiyorum. Ama bir şeyi çok iyi biliyorum o beni ne kadar ittiyse bende onu o kadar ittim. 
"Bu akşam gidiyorum ama sadece bir ay yokum gelince her şeyi detaylı olarak konuşuruz" diyor.
"Her şeyi?" diyorum merakla.
"Düğün, ev, kız isteme" diyor gülümseyerek.
Evlilik. 
Derin bir nefes alıyorum. Parmağımdaki bu ağır yüzüğü nasıl olmuş da unutmuşum. Belki de gidişi çok iyi gelir bize. Belki de onunla evlenmek istediğime karar veririm. Evlenmek istemek. İsteyebilir miyim gerçekten? Sadece onunla değil herhangi biriyle isteyebilir miyim bunu?
"Tamam sen işlerini hallet gel" diyorum.
Onun aksine gülümseyemiyorum ben. İçten içe çok iyi biliyorum her şeyi düzeltsek bile ki bunun olabileceğine de pek inanamıyorum ama hadi diyelim düzelttik yine de evlenmek istemiyorum. Tek taştan da hiç hoşlanmam zaten. Yeri gelmişken söyleyeyim düğünleri de abartılı buluyorum.
"Bekle beni" diyor.
Sanki bir yere gitmeye cesareti olan bir insanmışım gibi. Oysa cesaretim olsaydı bir dakika bile durmazdım burada.  
"Beklerim" diyorum.
Döndüğünde beni nasıl bir ruh halinde bulursun diyemiyorum. Bekleyeceğim ama nasıl bekleyeceğim diyemiyorum. Ve en önemlisi sen döndüğünde ben nasıl kararlar almış olurum bilmiyorum diyemiyorum. Dudağına küçük bir öpücük kondurup çıkıyorum yataktan. Hızla hazırlanıp çıkıyorum evden. İşin kafamı biraz olsun rahatlatacağını umuyorum. Evlilik dışında bir şeyler düşünmek istiyorum ne olduğu hiç fark etmez. Sadece kendimi o beyaz gelinliğin içinde görmek istemiyorum hepsi bu.
Anormal değilim. Her biriniz kadar farklıyım sadece bende. Çünkü her adam evlilikten korkmaz ve her kadın evlenmek istemez. Çünkü üstümüze ne kadar sıfat yapıştırılıp tamamen aynıymışız gibi gösterilse de her birimiz çok farklıyız aynı özelliğimiz hiç yok diyebilecek kadar hem de. Çünkü hepiniz aynısınız cümlesi koca bir yalan ve her birimiz biliyoruz bunu. Sadece görmezden geliyoruz, geliyorsunuz. 
**
Okuldan çıkınca Starbucks'a gidiyorum, yine. Kahvemi alıp çıkıyorum bahçeye. Sadece kahvemi yalnız içmeyi seviyorum. Bu kadar insan koşarak mı gelmiş buraya bilmiyorum. Her masa dolu. Al işte o kadar saat ders anlatıp yorulduktan sonra çektiğim şu şeye bak. Tek istediğim sakince kahvemi içmek halbuki.
Fatih'i yolcu etmem gerektiğini hatırlatıyorum kendime. Burada bir saat kafamı dinledikten sonra. Gitmesinin iyi geleceğini hissediyorum. Onu özleyeceğim ve belki de böylelikle çözülecek bütün problemlerim. Bu kadar problemden sonra hepsinin bir an önce bitmesi tek dileğim gerçekten.
Hep yalnız hissettim ama asla kafa dinleyemedim, bu kez gerçekten yalnız olacağım ve kafamı dinleyebileceğim. Kafa dinlemek, çok güzel bir şey. Her insan zaman zaman oturup yapmalı bunu. Kafa dinlemek kendini dinlemektir. Bu kadar gürültünün içinde çok olmuştu kendimi dinleyemeyeli. 
Evlenmek istemememin en büyük nedeni de bu bence. Bütün ömrümü bir adamla aynı evin içinde geçirmek istemiyorum. Bakın olay aynı adam değil aynı ev. Kendi evim olsun istiyorum, bizim evimiz değil. Sadece bana ait bir alan istiyorum. Çocuk doğurmak istemiyorum. Anne olmak istememek gibi değil aslında ama istemiyorum işte belki on yıl sonra isterim ama şu an istemiyorum. Parmağımdaki bu ağır yüzüğü de istemiyorum. En önemlisi ölene kadar bir adamla birlikte olma kararı vermek için bir yüzüğe ya da bir gelinliğe ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum.  
Bana sallanan bir el görüyorum. Önce arkama bakıyorum bana sallandığına emin olmak için. Arkamda kimsenin olmadığını görüyorum. Sonra elin sahibine dikkatli bakınca hatırlıyorum onu. Dün bana çarpan hep bir şeylerin arasında kalmış adam bu. 
Neydi adı? Savaş.
Hiç ona yakışmayan bir isim diye düşünmeden edemiyorum. O savaştan çok barış gibi bir adam. Yani buradan bakınca bu mükemmel yakışıklılığıyla öyle gözüküyor. O porselen ten için çok zıt bir isim bu. Ve tabi ki güzel gamzeleri ve ne renk olduğuna karar veremediğim gözleri için de. 
Ona doğru ilerliyorum. Çok saçma ama ilerliyorum işte. Sessiz sakin bir şekilde kafamı dinlemek varken ona doğru ilerliyorum ben. Sadece bana neden el salladığını merak ettiğim için hepsi bu. Yakışıklılığıyla alakası yok yani. Hem komşum da, gitmesem ayıp olmaz mı? Olur bence.
"Her yer dolu buraya oturabilirsin" diyor.
O mükemmel gamzelerini göstermeden edemiyor. Sürekli gülümsemesinin normal olduğunu düşünüyor sanırım. Benimde öyle gamzelerim olsaydı gülümsemek bu kadar zor gelmezdi belki de bana.
"Gerek yok" diyorum.
Arkamı dönerken önce küçük bir kahkaha atıyor sonra tekrar konuşmaya başlıyor.
"Israr ediyorum lütfen, hem bende kalkarım şimdi zaten" diyor kibar sesiyle.
Cevap vermeden önce kahkahasının ne kadar güzel olduğunu düşünüyorum. Ama sadece küçücük bir an düşünüyorum bunu. Burada adım atacak yer kalmamış olan her yerin insan kaynadığı bu kafede bile seçilebiliyor. Diğer herkesten farklı bir adam. Kapıda durup baktığınızda gözlerinizin ilk seçeceği insan o. Çünkü evet parlıyor ve bunun nedeninin sadece porselen teni olduğunu düşünmüyorum. Enerji derler ya hep işte olay aynen o. Farklı bir enerjisi var, sanki herkes siyah parlarken o beyaz parlıyormuş gibi bir enerji. Özgüveninin de etkisi çok görüyorum ama sadece o değil çok daha başka şeylerde var. Özgüvenden çok daha fazlası.
"Tamam, teşekkürler" diyorum.
Asık suratımla karşısına oturuyorum. Ne gerek vardı ki şimdi?
O hala gülümsemeye devam ediyor, acaba yanakları yorulmuyor mu bu kadar çok gülümsemekten.
"İyi misin?" diyor.
"Evet" diyorum.
Aslında sana ne demek istiyorum. Çünkü ona ne. Çünkü sana herhangi bir şeyi neden anlatayım. Herkesle hemen muhabbet edebilen ve üzerine vazifeymiş gibi her şeyi hemen sorabilen insanları hiç anlamam zaten.
"Söyle bakalım Ayda bu saatte neden yalnız kahve içmeye geldin?" diyor.
Sana ne ki şimdi. Bu ne biçim bir soru böyle? Sanki beni senelerdir tanıyormuş gibi. Size de tuhaf gelmez mi böyle insanlar? Sanki biz sık sık konuşurmuşuz gibi, birbirimizi tanıyormuşuz gibi benimle rahatça sohbet edecek. Peki acaba ben seninle sohbet etmek istiyor muyum? Evet istiyorum ama neden bilmiyorum. Psikoloğa gitmenin getirdiği bir alışkanlık belki de. Belki de değildir kim bilir. Belki de insanlar tanımadığın biriyle konuşmak daha kolay derken haklılar ve bende bu yüzden konuşmak istiyorum. Psikoloğumun kafasını şişirdiğim yetmedi çünkü. 
Ama öyle işte, gerçektende tanımadığımız insanlarla konuşmak hep daha kolay oluyor. Bizi tanıdıklarını iddia edip bizi yargılamadıkları için sanırım. Yeni biriyle tanışmanın en güzel yanı da budur zaten. Sizi o an olduğunuz gibi tanırlar, geçmişinizi sadece bilmesini istediğiniz kadar bilirler. Bizi tanıyan insanlarsa asla artık geçmişte yaşamadığımızı kabul etmezler. Ama sen öyle seviyorsun, ama sen öyle istiyorsun, ama sen öyle birisin derler. Ama ben artık öyle sevmiyorum, ben artık öyle istemiyorum, ben artık öyle biriside değilim cevaplarını asla kabul etmezler. Bence bende tam olarak bu yüzden konuşmak istiyorum bu yakışıklı adamla. Beni şu an nasılsam öyle tanıyacak çünkü. İlk defa psikoloğum dışında biri beni şu an olduğum gibi tanıyacak olmaktan yorulduğum eski ben gibi değil.
"Kendime bu şekilde vakit ayırmayı seviyorum" diyorum.
Gülümsüyor. Gülümsediğinde güzel gamzeleri yine gösteriyor kendini. İnsanın parmağıyla o gamzeye dokunası geliyor. Bu sefer mavi ve beyaz kareli bir gömlek ve açık renk kot pantolon giymiş. Pantolonu yine bileğinde bitiyor ve beyaz spor ayakkabıları var. Giyinmeyi de biliyor diye düşünmeden edemiyorum. 
Gözleri tuhaf bir şekilde güzel bakıyor. Bembeyaz teni parlıyor. Gerçekten parlıyor, çok ilginç sanki senelerce güneşten saklanmış. Bir insanın bu kadar beyaz kalmayı başarabilmesi hep tuhaf gelmiştir bana. Yani sizi doğduğunuzda güneş kremiyle mi yıkadılar ne yaptılar? Ya da ne bileyim gündüzleri dışarı çıkmıyor musunuz, hiç tatile de mi gitmediniz? Adam hiç tatile gitmemiş gibi beyaz. 
Yeşil gözleri güzel ve derin bakıyor. Tam resmi çizilecek adam. Resim yapabiliyor olsaydım ilk onun resmini yapmak isterdim. Güzel bir resim. Biblo gibi adam. 
"Etrafına çizdiğin çizgiden dolayı herhalde" diyor.
"Ne?" diyorum şaşkınca.
Benimle dalga mı geçiyor bilmiyorum. Ama aslında o çizgiyi nasıl gördüğünü merak ediyorum. İnşallah aklımı okuyor değildir yoksa düşündüğüm o güzel şeyler için çok pişman olmak zorunda kalacağım.
Gerçekten gördü mü o çizgiyi benimle henüz beş dakikadır konuşan bu adam? Etrafımdaki çizginin hiç böyle belirgin olduğunu düşünmemiştim. Belki de bugüne kadar pek görülmediği için böyle düşünüyorumdur. Belki de senelerimi verdiğim insanlarda çoktan görmüştür de görmemezlikten geliyordur. 
"Sakin ol çizgiyi geçmeyeceğim. Seni gördüm bugün okulda aynı okulda çalışıyoruz sanırım" diyor.
Adamın konu değiştirme hızı karşısında şok oluyorum. Ama daha çok şok olduğum bir şey varsa o da böyle tanımadığı bir insanla rahat bir şekilde sohbet edebilmesi. Hiç gerilmiyor, birazcık bile.
"Sende mi öğretmensin?" diyorum.
"İngilizce ya sen?" diyor.
Öğrendiğim şey karşısında şaşkınlığımı gizleyemiyorum. Bu güzel adam öğretmen mi şimdi? Kim bilir kaç öğrencisi aşık olmuştur ona. Peki ya aynı okulda olmamıza ne demeli. Aynı apartmanda oturmamız, aynı okulda çalışmamız ve işten sonra yorgunluk kahvemizi aynı yerde içiyor olmamız. Tesadüf mü bütün bunlar? Sanmıyorum, daha doğrusu inanmıyorum buna. Tesadüf diye bir şey yoktur çünkü. Her şey matematiksel olarak planlanmıştır. Hayatlarımız bir denklemin çözümü.
"Matematik" diyorum.
Neden bu adamla konuştuğumu bilmiyorum ama konuşmaya devam ediyorum. Güzel bir adam. Kötü ne olabilir ki? Onunla konuşurken parmağımdaki yüzüğü unutuyorum. Bir insanı parmağındaki küçücük bir şeyi unutmak nasıl mutlu edebilir ki? Peki parmağımda küçücük olan bu şey yüreğimde nasıl bu kadar ağır olabiliyor?
Varlığı o kadar büyük bir yük ki bu iki gram şeyin varlığını unutmak büyük bir nimet. Gerçekten bir an önce ne yapmam gerektiğini bulmam gerekiyor biliyorum. Ama önce kendimi bulmam gerekiyormuş gibi hissediyorum. Neredeyim bilmiyorum küçücük dünyada kendimden bile kaçıyorum. Savaş etrafımdaki çizgiyi görüyor ama kendimi bile o çizginin dışında tuttuğumu da görebiliyor mu? Ben bile ne düşündüğümü bilmiyorum. Ve biliyorum yavaş yavaş deliriyorum. Herkesin delirmesi gereken bu dünyada biraz fazla hızlıyım sadece, yinede içimden bir ses geç bile kaldın diyor.
"Öğrenciler seni çok seviyor" diyor. 
Bunu nereden biliyor? Geleli kaç gün oldu ki. 
"Bende onları çok seviyorum" diyorum.
"Sende acıktın mı?" diyor.
Aynı konu üzerinde iki cümleden fazla konuşamıyor. Ya çok çabuk sıkılıyor ya da iflah olmaz bir geveze. Tahminimi ikisi birlikte olarak kullanacağım. Çünkü bu ne hız.
"Sen hep bu kadar hızlı mı konu değiştirirsin?" diyorum.
"Evet böylesi konuşmanın sıkıcı olmasını engelliyor" diyor.
Böylesi kafamın karışmasına neden oluyor aslında.
"Evet" diyorum.
"Hangisine evet?" diyor.
"Bir konu üzerine iki cümleden fazla cümle kurmayı tercih ederim ben ama evet bende acıktım" diyorum.
"Çok güzel makarna yaparım eşlik etmek ister misin?" diyor.
Gözlerine bakıp düşünüyorum. Parmağımdaki kocaman yüzüğü görüyordur herhalde. Ne kaybederim ki? Kafamı dağıtacak bir arkadaş daha kazanırım. Zaten çok fazlasına sahip değilim. En kötü ne gelebilir ki başıma? Katil olabilir, hırsız da ya tecavüzcü. Ama aynı apartmanda oturuyoruz, aynı okulda çalışıyoruz. O kadar kötü biri olabilir mi? Olamaz değil mi? Rahat bir adamla muhabbet edip akşam yemeği yiyeceğim sadece. Normal mi? Bence normal.
"Sadece netleştirmek için soruyorum parmağımdaki kocaman yüzüğü görüyorsun değil mi?" diye soruyorum.
"Evet görüyorum. İki arkadaş yemek yiyeceğiz anormal mi?" diyor.
Ne kadar çabuk arkadaşı oldum. Dünya çok ilginç gerçekten. Bu mudur yani şimdi ben bu adamın arkadaşı mı oldum? Arkadaşlık kavramını hep tuhaf bulmuşumdur zaten. Garip rastlantılar sonucu tanıdığımız insanların birden bütün hayatımızı öğrenmesi tuhaf olmayacaktı da ne olacaktı?
"Değil, gidelim" diyorum gülümseyerek.
Sonra birden Fatih'i yolcu etmem gerektiği geliyor aklıma. Gitmek istemiyorum. Ona üzgün olduğumu ve biraz hasta olduğum için gidemeyeceğimi bildiren bir mesaj atıyorum. Keşke gelebilseydin diyor, keşke diyorum. O bunun koca bir yalan olduğunu bilmiyor. Bu yalanın kalbimi nasıl yaktığınıysa asla bilmeyecek.
Evine geldiğimizde direkt mutfağa geçiyoruz. Ben mutfaktaki sandalyeye oturuyorum o da hemen başlıyor yemek yapmaya. Yardım etmek istiyorum ama oturmam konusunda ısrarcı oluyor. Bende oturup etrafı ve onu incelemeye başlıyorum. Siyah ve beyazdan oluşan mutfak temiz, ferah ve sade. Acaba sevgilisi var mı? Mutfak masası çok küçük, çok fazla misafiri gelmiyor sanırım. Bir erkek için fazla düzenli ama. Acaba sevgilisi mi var? Güzel giyinmiş, sevgilisi var mı?
Bir noktadan sonra her cümlemi aynı soruyla tamamlamaya başlayınca vazgeçiyorum düşünmekten. Bana neyse yani. Yinede insan merak etmiyor değil. Adam tam bir tablo olunca insan sevgilisinin olmamasına ihtimal vermiyor tabi. Çünkü böyle bir adamı yalnız bırakırlar mı?
"Çok fazla beyazsın" diyorum birden.
Porselen gibi bir tenin var demediğim için şükrediyorum. Cevap vermeden önce küçük bir kahkaha kaçıyor dudaklarından. Güzel bir müziği dinler gibi dinliyorum güzel ve sakinleştirici bulduğum kahkahasını.
"Evet öyleyim hiç hoş değil" diyor gülümseyerek.
Bu adamın bile kendinde beğenmediği bir şey var. Gerçekten inanılmaz. Aynaya bakınca gördüğümüz onca güzel şeye rağmen hiç sevmeyecek bir sürü şey bulabiliyoruz. Her birimiz bir kusur buluyoruz kendimizde ve çoğu zaman arıyoruz kusurlarımızı sadece yıpratmak için kendimizi. Hatta bazen en güzel olan yerlerimizi bile sevmiyoruz. 
"Saçmalama çok güzel" diyorum.
"Ruh gibi ya. Senin ten rengin gibi olmalı biraz canlı olmalı insanın teni. En azından ışıkta yok olmamalı yani" diyor gülerek.
Tuhaf ama utanıyorum birden. Sadece senin ten rengin gibi dediği için hem de. Oysa ben hiç sevmem ten rengimi. Tuhaf bir konu biliyorum. İnsanın kendisiyle barışık olması gerektiğini de biliyorum ama sadece bir iki ton daha açık renk fondöten almak isterdim hepsi bu.
Yine de hiçbirimiz sahip olduklarımızı beğenmiyoruz işte. Hem de dünyada daha büyük problemler varken yapıyoruz bunu. Burada oturmuş ten renginden bahsederken birden bunu düşünmem normal. Anormal olan bunu hiç düşünmeyen insanlar. En azından bir konuda, muhtemelen sadece bu konuda normal olduğumu biliyorum.
Sesi düşüncelerimden ayırıyor beni.
"Anlat bakalım etrafındaki çizgiyi" diyor birden.
Acaba bunu ona anlatacağımı nereden çıkarttı. Bak anlatmak istemiyorum demiyorum ben hep birilerine bunu anlatmak istedim zaten ama anlatmayacağım. Sonuçta bir çizgi var orada onun hakkını vermek lazım şimdi. Zaten yeni tanıştığım bir adamın evine yemeğe gelmişim o kadar da değil, yani değil herhalde.
Yinede anlatmak istediğimi inkar etmeyeceğim. Yaşadığım hayat hakkında hiçbir fikri olmayan bir adama her şeyi anlatıp düşüncelerini dinlemek isterim. İçimi dökmek isterim en çokta. Akıl almak için değil, haklısın demesi için de değil, sadece anlatmak için. Bugüne kadar biriktirdiğim her şeyi bir anda dökmek için ortaya, etrafın ne kadar kirleneceğini bir kez olsun düşünmeden.
"O çizgi anlatmadığım için var farkındasın değil mi?" diyorum.
"O çizgi anlatmadığın için değil anlamadıkları için var bence" diyor.
Ve yine nokta atışı yapıyor. Şaşkınlıkla bakıyorum ona. Karşımda durmuş yemek yapıyor ve beni yarım saattir değil de yarım asırdır tanıyormuş gibi davranıyor. Sanki bunu hep yaparmış gibi. Yemek yaparken tanımadığı bir insanın her şeyini biliyor olması çok normal bir şeymiş gibi. Sanırım kendisi çok yanlış bir mesleğe sahip. Öğretmen değil psikolog da olabilirmiş. Sonra karşına gelen her hastaya tek bir soru sormadan hastanın hayatını anlatırdı. Ve tabi ki akıl okuyabilen psikolog olarak çok meşhur olurdu. Bazıları ondan çok korkarken bazıları da ona gidebilmek için kuyruk olurdu. Bende kuyruktaki insanlardan biri olurdum muhtemelen. Tabi ki karşısına geçince ne kadar mükemmel bir adam olduğunu düşünmemeye çalışırdım.
"Bunu da nereden çıkarttın?" diyorum.
Hem de bu cümleyi berbat bir oyunculuk sergileyerek yapıyorum. Adama sen haklısın desem daha az emin olurdu düşüncesinden. Gerçi Savaş hiçte emin olmadığı şeyleri söyleyecek bir adama benzemiyor. Onu onaylamama ihtiyaç duymuyor yani. Şimdi ben onun söylediklerini sonuna kadar inkar etsem de o yinede emin olacak söylediklerinden.
"İnsanları iyi gözlemlerim" diyor.
Gerçekten iyi gözlemliyor ama bunu yüzüne karşı söyleyecek değilim tabi ki, o kadar uzun boylu değil. Cevap vermiyorum. Cevap vermek yerine yanına geçip salataya yardım etmeye başlıyorum. Birden Fatih geliyor aklıma birlikte hiç salata yapmadığımızı fark ediyorum, birlikte hiç yemekte yapmadık, birlikte yurt dışına da gitmedik, hiç aynı anda aynı kitabı da okumadık. Yapmadığımız, yapamadığımız o kadar çok şey var ki. Fırsat olmadığı için değil bir şekilde her şey değersizleştiği için. Aslında hiç böyle bir ilişki istemezdim. Küçükken bende düşünürdüm arada evleneceğim adamı. Hiç böyle bir adam hayal etmemiştim. Tamam her şey hayal ettiğimiz gibi olmaz ama hiçbir şeyin olmaması da normal olmamalı. Aynı mutfakta yemek yaparak da eğlenebilmeliydik biz. Bir gün elinde iki tane uçak biletiyle dikilmeliydi karşıma.  Bana durup dururken beni sevdiğini söylemeliydi. Bu kadar zor olmamalıydı biraz romantik olmak. Aslında ilişkilerde her şey karşınızdaki insanı ne kadar tanıdığınız ve ona ne kadar değer verdiğinizle ilgili. Hediye alırken ne sevdiğimi bilemeyen adam beni seviyor olabilir mi ki?
Benimle bir saat muhabbet eden bir insan seyahat etmeyi ne kadar sevdiğimi bilir ama bunca zamandır yanımdaki adam hiç elinde iki tane uçak biletiyle gelmedi karşıma. Belki de biz bir noktadan sonra birbirimize değil de sadece anılarımıza ve ilişkimize değer vermeye başladık. Ama o zaman bu yüzük parmağımda ne arıyor onu bilmiyorum işte. Ve tabi ki sadece anılara değer veren adam bu sabah bana nasıl öyle aşkla bakabildi bunu da bilmiyorum.
Elindeki kaşığı tezgaha vurup hızla bana dönüyor Savaş. Korkuyla ona dönüyorum bende.
"Şu yüzükle derdin ne?" diyor bağırarak.
Şok içinde gözlerine bakıyorum. Sanıyorum ki öfke kontrol problemi var. Katil olma ihtimalini göz ardı etmemeliydim belki de. Derin bir nefes alıyorum konuşmadan önce, sesimin korkumu yansıtmamasını umarak konuşuyorum.
"Bir derdim yok" diyorum.
Sesimin titremesine engel olamıyorum ne yazık ki. Yine de karşımda yeni tanıdığım bir adam onun evindeyken bana bağırıyor ve ben gerektiği kadar korkmuyorum. Sonuçta adam seri katilde çıkabilir. Şu an dünyadaki son dakikalarımı yaşıyor olabilirim. Biraz daha korkmalıyım ama nasıl korkayım kim? Ben intihar eden kızım unutmadınız inşallah.
"Bak özür dilerim bağırmak istemedim, sadece..." diyor.
Ne söyleyeceğini bilemez halde bakıyor gözlerime. Bende ne söyleyeceğini kestirmeye çalışarak bakıyorum gözlerine. Şimdi ne söyleyecek acaba her şey hakkında fikrini belirtmekte ısrarcı olan bu adam. Kim bilir ne çıkacak güzel dudaklarından. Güzel değil, sadece dudak işte.
"Sadece yüzük, sadece bir aksesuar senin problemin kafanla ve kalbinle. Sorununu onlarla hallet" diyor.
Yavru köpek gibi bakıyor gözlerime. Bağırdığı için gerçekten üzgün olduğunu görüyorum. Aslında ben daha çok bunu nasıl anladığını düşünüyorum. 
"Bir sorunum yok" diyorum hemen.
Aceleyle söylediğim yalanlardan biri de bu işte. Oysa tam şimdi şu sandalyeye oturup bütün acılarımı anlatabilirim ona. Hiçbir şey kaybetmem biliyorum. Bir kere olsun karşımdakinin beni anlamasını beklemeden anlatabilirim bütün derdimi. Bu kez sadece biride benim ne çektiğimi bilsin diye. Bu kez biri de bana akıl vermeye çalışmak yerine beni susarak dinlesin diye. Çünkü belki çok küçük acılarım ama benim kalbimi yakmayı başarabildiler işte bu yüzden boşuna değildi gözyaşlarım. 
"Çizginin içine girmeye çalışmıyorum, yok diyorsan yoktur. Ama eğer varsa çöz bunu" diyor.
Hala şaşkınlıkla bakıyorum gözlerine. O ise biraz utanmış gözüküyor, sanıyorum ki bana bağırdığı için.
"Tamam" diyorum.
Sanki az önce çizgiyi geçip burnumun dibine gelmemiş gibi. Sadece bir yemek, sadece bir arkadaş hepsi bu diyorum kendi kendime. Hepsinin bu olmadığını hissediyorum ama hissetmek istemiyorum.
Mesela şu anda daha çok korkmuş olmam gerektiğini hissediyorum. Ve beni bu kadar iyi anlayabilmesinin hoşuma gitmemesi gerektiğini. Tabi ki aynı zamanda beni anlayamaması gerektiğini. Şu anda bağıra çağıra çıkmam gerekir belki de bu evden ama yapmıyorum, yapmak istemiyorum.
"Yemeğe geçelim mi?" diyor.
"Seri katil olmadığına emin misin?" diyorum.
Yine duyuyorum o güzel kahkahasını.
"Son derece" diyor.
Susarak izliyorum onu. Yanağımı ısırıyorum onunla birlikte kahkaha atmamak için. Ona inanıyorum ama nasıl inandığımı bilmiyorum.
"Yemek" diyor masayı göstererek. 
O da biraz tedirgin duruyor. Beni korkuttuğunu gördüğü için üzgün sanırım. Bilmiyorum belki de seri katildir ve kurbanlarını güvenlerini kazandıktan sonra öldürüyordur. Yine de ben bunun yerine üzgün olduğuna inanmak istiyorum.
"Olur" diyorum.
Oturup sessizce yemeğimizi yemeye başlıyoruz. Başta ikimizde ne yapmamız gerektiğini bilmiyoruz. Birazda az önceki gerginliğin üstüne ne söylenmesi gerektiğini bilmiyoruz sanırım. Onun seri katil olduğunu düşünmüyorum aslında ama hala psikopat olma ihtimali var bana sorarsanız. Bir süre susuyorum o yüzden. Sonra sessizliğe dayanamayıp aklımdaki soruyu soruyorum ona.
"Dün nereye yetişmeye çalışıyordun ki o kadar hızlı koşarak?" diyorum.
"Hiçbir yere" diyor hemen.
Verdiği cevap beni tatmin etmiyor tabi ki. Bende o insanlardanım işte. Soru sorduğu zaman kendisini tatmin edecek cevabı duyana kadar aynı soruyu ısrarla soran insanlardan.
"Geç kalmıyor muydun bir yere?" diyorum.
"Hayır ben geç kalmam" diyor.
Küçük bir gülümseme oturuyor dudaklarıma. Bense hep geç kalırım ama onun aksine hiç koşmam. Ben hep otururum. Oturmaktan çok yoruldum yinede hala oturuyorum. Koşmak istiyorum nereye gittiğimi bilmeden, bir yere geç kalmadığım halde ve sadece ilerlemek istediğim için koşmak.
Yinede bakın hala buradayım ve oturuyorum. Yorgunum ve korkuyorum. En güzel yaptığım şeyi yapıyorum o yüzden. Oturuyorum ve hiç çaba harcamadığım her şey için söyleniyorum.
"Ama koşuyordun" diyorum merakla.
Bir insan neden koşar ki bir yere geç kalmıyorsa? Benim hep geç kaldığım ve yinede koşmadığım bir dünyada hiç geç kalmadığı halde bir adam neden koşar ki?
"Ben hep koşarım" diyor.
Gayet normal bir şeymiş gibi söylüyor bunu. Ama ben normal bulmuyorum, haliyle de yetmiyor bana verdiği cevap. Çünkü söyledim ya cevap benim için mantıklı olana kadar soruyu sormaya devam ederim.
"Ama neden?" diyorum merakla.
Bazen hiçbir önemi olmayan şeyleri çok fazla merak edebiliyorum. Mantıklı ya da mantıksız olduğuna karar vermek için değil, tamam benim mantığıma uymasını istiyorum ama e çokta gerçek bir neden istiyorum, sadece nedenini merak ediyorum işte. Her şeyin bir nedeni olduğunu bildiğim için. Bir adamın hep koşuyor olmasının mantıklı olmasa bile mutlaka bir nedeni olacağını bildiğim için. Olmasını istediğim için belki de, her şeyin bir nedeninin olmasını istediğim için.
"Bir nedeni yok" diyor.
"Yavaş olmayı mı sevmiyorsun?" diyorum.
Sadece bir açıklama istiyorum. Kendine sık sık söylediği cümleyi bana da söylemesini istiyorum. Çünkü her şeyin bir nedeni vardır. En azından kendimizi kandırmak için söylediğimiz bir neden. Öyle değil mi yoksa? Bazı şeyler nedensizde olabilir mi? Ben sanmıyorum bunu. Dünyaya geliş amacımızın nasıl bir nedeni varsa olan ve olacak olan diğer her şeyinde bir nedeni olduğuna inanıyorum. Böylesi yaşama isteğimi arttırıyor.
Eğer her şeyin bir nedeni olursa kendimi daha güvende hissedeceğimi düşünüyorum. O zaman acıları da destansı nedenlere bağlayıp içimi rahatlatabilirim. O zaman çektiğim ve çekeceğim her acıya değeceğine inanabilirim. Eğer her şeyin bir nedeni olursa bütün iyilikler ve güzellikle ödüllendirilir, bütün hataların bedeli olur ve acıyan yerlerimizde güzel çiçekler büyür.
Her şeyin bir nedeni olmak zorunda.
"Hayır, söyledim ya bir nedeni yok" diyor.
Gözlerine bakıyorum dikkatlice. Aslında bir nedeni var bence ama anlıyorum ki o bunu bilmiyor. Bu hayatta herkes nedenini bilmediği şeyleri yapıyor işte. Hem de çoğu zaman hiç sorgulamadan ve hemen kabullenerek. Alışkanlık işte diyerek ve neden alışkanlık olduğunu hiç sorgulamadan. Belki de merak bile etmeden. 
Kötü bir özelliğini ben böyleyim işte diye kabullenen ve değişmek için hiç çaba harcamayan herkes gibi yani.
"Nedenini bilmiyorsun" diyorum.
Kendine yaptığı bir açıklama olmadığını anlıyorum. Ve onunda nedenini benim kadar merak ettiğini. Muhtemelen benden çok daha fazla. En azından o merak edenlerden diye düşünüyorum. Bu her şeyi bilen adamın bile bazı şeylere boyun eğdiğini anlıyorum. Evet merak ederek ama sorgulamadan ve kabullenerek.
Alışarak işte. Hatta belki de bir nedeni olmadığına da inanarak yavaş yavaş. Ya da inanmak isteyerek. Ama bir insan neden bir şeyin bir nedeninin olmadığına inamak ister ki?
"Bilmiyorum" diyor.
"Belki de sadece koşmayı seviyorsundur sonuçta merdivenleri kullanan bir insansın asansör varken" diyorum.
Sadece şimdilik bizi susturacak bir neden arıyorum. Gerçek olmadığını ve olamayacağını bilerek.
"Belki de" diyor.
"Hareket etmek güzel" diyorum.
"Öyle" diyor dalgın bir şekilde.
Susuyorum, düşünüyorum. Mantıklı bir neden arıyorum. Mantıklı bir nedeninin olmasını umuyorum. Ama saatlerdir tanıdığım bir adamın koşmasına mantıklı bir neden bulamıyorum tabi ki. 
Beklediğim gibi olmuyor. Yinede kendimi güvende hissediyorum yani. Korkmuyorum bu kez. Her şeyin bir nedeni yoksa olabileceklerden korkarım sanıyordum. Ama korkmuyorum. Hala güvendeyim. Şu anda kendimi güvende hissediyorum, karşımdaki adamın bir psikopat olma ihtimalini bile unutuyorum.
Sonra başka şeylerden konuşmaya başlıyoruz yemeğimizi yerken, sanki az önce olanlar hiç yaşanmamış gibi. Seri katil olma ihtimali hemen çıkıyor aklımdan. Kahkaha atıyorum zaman zaman kahkaha atabildiğime şaşırarak. O küçük iltifatlar ediyor bende küçük gülümsemelerle utanıyorum. Uzun zamandır ilk defa bir arkadaşımla böyle uzun uzun sohbet ettiğimi fark ediyorum. Aklımın bir köşesine Ezgi'yi aramam gerektiğini yazıyorum. Psikoloğumu ondan daha çok aradığımı fark edince utanıyorum biraz. İyi bir arkadaş değilim farkındayım.

KAHRAMANTahanan ng mga kuwento. Tumuklas ngayon