Bölüm 3

15 4 2
                                    

Aşk özlemektir der annem. Bir adamın varlığına çok alışıp yokluğunda onu aramak değil sadece. Eksik hissetmektir özlemek. Gözlüğünü kaybetmek gibi değil gözlerini kaybetmek gibi. Yok olmak gibi bazen, bazen de gereğinden fazla var olmak gibi. Eksik kalmak gibi, yokluğunda asla tamamlanamayacağını bilerek. Ruhlarımız dünyaya yarım gönderilir, her birimizin bir parçası başka bir insanın içinde gidip onu bulmamızı bekliyor. İşte bu yüzden yokluğunda yarım kalmaktır aşk. Ruh eşi, ruhunuzdan bir parçayı içinde sizin için saklayan insandır. Annem hep böyle anlatırdı bende hep inanmazdım ona. Bu kadar romantik bir hikayenin gerçek olabileceğine inanmazdım. 
Güzel şeylerin hep filmlerde ve kitaplarda olduğuna inanırdım. Matematiği çok sevdiğim için böyle olmadım ben sadece hiç karşılaşmadım masal gibi gerçeklerle hepsi bu. Eğer bulunsaydım güzel bir hikayenin içinde o zaman inanırdım. Çok insan kaybettim ama asla biriyle birlikte bir organımı da kaybetmiş gibi hissetmedim. Sıradan bir organımı değil, böbreğimi değil mesela ondan bir tane daha var, kalbimden bahsediyorum ben.
Aşk yakar derler. Yakar mı gerçekten? Aşk şefkatli kollarda saatlerce ağlamak mıdır yoksa ağlamanın nedeni olan kavga mıdır aşk? Güvenli bir adamın şefkatli kolları aşk mıdır yoksa alışmışlık mıdır sadece? Aşk annesi kızdığı halde anne diye ağlayan bir çocuk mudur? Huzur aradığımızı söyleriz hep peki bu kadar huzur aradığımızı söylerken neden aşk isteriz hayatımızda, bizi yakacağını bile bile? Aslında gerçekten tam olarak ne istediğimizi biliyor muyuz? Bunca şey sadece huzur için mi? Huzur dediğimiz şey sadece kendimizi kandırmak bence. Huzur istemiyoruz, yaşadığımızı hissetmek istiyoruz. Birine kör kütük aşık olup onun rüzgarında savrulmak istiyoruz. Yok olmak istiyoruz zaman zaman, bazen de çok fazla var olmak. Büyük kavgalar edip kör kütük sarhoşken bağıra çağıra ağlamak istiyoruz. Ve her zaman en sonunda bizi çok üzen o adama sarılıp ondan vazgeçemediğimizi görmek istiyoruz. Anne diye ağlayan bir çocuk olmak istiyoruz annemizin bize kızdığını hiç umursamadan. Tuhaf değil mi?
Aşık olmak istiyoruz, delicesine. Sadece bir insana değil hem de. Bir kitaba, bir filme, bir müziğe, oturduğumuz eve, yaptığımız işe. Evet her şeye. Dokunduğumuz ve bize dokunan her şeye aşık olmak istiyoruz. Gözlerimizi dolduran filmler hep en sevdiklerimiz değil midir zaten? Sadece değer de verebilirdik ama yetmiyor bu bize ve yetmeyecekte. Çünkü aşık olmak yaşamımıza değer katan şey. Bizler aşık olduklarımız kadarız. 
Bize dokunanlar ve bizim dokunduklarımız. Geçen zaman bundan ibaret işte. Ve tam da bu yüzden oturup bekleyemeyiz. 
Hayat nedir ki zaten. Ne yapmalı, nereye doğru yürümeli şimdi. Ölüyorum belki de kim bilir. Bileğimdeki çizgi sızlamıyor hiç, kalbimdeki boşluk çok acıtıyor ama. Kayboldum. Kaybolmak istemiyorum artık oysa çok severdim eskiden hiç bilmediğim yollarda yürümeyi. Kaybolduğunuz anlar harika bir yere gelmeye en yakın olduğunuz anlardır, yani ben hep öyle düşünürdüm eskiden. Gerçi ben derin sularda yüzmeyi de severdim eskiden ama şimdi boğuluyorum sanki.
Panik atak geçirirken size yavaş nefes almanızı söylerler nefes alabilmeniz için ama siz o kadar hızlı nefes alırsınız ki bu kaliteli nefes almanızı engeller ve aslında oksijen ihtiyacınızı karşılayamamanızın nedeni de budur. Oysa tek yapmanız gereken yavaş nefes almaktır ama eğer yapamıyorsanız bunu on saniye nefesinizi tutmanız da yeterli olacaktır. Nefesini tutmak. İnsanın nefesini tutması birkaç saniye için hayatını dondurmasından başka nedir ki?
Şimdi bende böyleyim. Panik atak geçiriyor hayatım bende donduruyorum onu. On saniyeyi geçeli çok oldu ama bekliyorum, belki de böylesi kolay geldiği için bekliyorum, belki de sadece uğraşmaya çalışmaya devam edemediğim için. Sadece oturuyorum, sadece oturabildiğim için. Çok yakında öleceğim ama yaşamak zor. Yaşamaya devam etmek kabullenmek demek her şeyi, ben kabullenmek istemiyorum. Birlikte uyuduğum, birlikte güldüğüm ve birlikte ağladığım bu adamı özlemediğimi kabul etmek istemiyorum. Tarihe bakınca bir hafta olduğunu gördüğümü oysa yokluğunun hiçte yavaş ve acı dolu geçmediğini kabullenmek istemiyorum. Bu kez de bileğimi kesmek yerine nefesimi tutarak intihar etmeyi deniyorum yani. Ama merak etmeyin hala ölmek istemiyorum. 
Aşk yakar mı? Beni yakmıyor. Güvenli kollarda şefkat hissediyorum ama hepsi bu kadar. Evimi görüyorum ama hiçte istediğim gibi değil. Yinede gitmek istemiyorum çünkü orası benim evim, bana ait biliyorum. Beni güvenli hissettiren yer orası. Ağladığım zaman orası dışında her yer bana yabancı. Sadece oranın yolunu biliyorum ben, başka yerlere attığım her adım kaybolmak demek benim için. Ama bir insan kaybolmadan bulabilir mi kendi yolunu?
Hayatındaki her şeye aşık olmak isteyen bu kadın hayatındaki hiçbir şeye aşık değil. Masamın üstünde duran vazoya bile aşık değilim. Onu bile alırken çok beğenmiştim ama eve getirince aslında hiçte buraya ait olmadığını gördüm. Yinede koydum onu masamın üstüne. Evimdeki ve hayatımdaki diğer her şey gibi ona da aşık değilim ve onun da bir an önce gitmesini bekliyorum. Bir vazo gidebilir mi durup dururken, sanmıyorum. Sadece elimin yanlışlıkla ona çarpmasını ve düşüp kırılmasını bekliyorum. Ben kıramıyorum onu. Ben bir vazoyu bile kıramıyorum, korkuyorum.
Bir vazoyu bile kıramazken sevgilimden ayrılmam gerekiyor.
Gidersem özlerim. Ama ancak çok yorgun olduğum bir gün elimi dolaba çarptığım da öpmek için bana gelecek bir Fatih olmadığını anladığım an özlerim. Gitmezsem de aslında sahip bile olmadığım ama yinede kaybettiğim kendimi özlerim. İnsan sürekli özleyeceği şeyleri düşünerek yaşayamaz biliyorum. Yapmamız gereken şeyin cesur olup gelecek olan her şeyi kabullenmek olduğunu biliyorum. Yinede yapamıyorum. Diğer herkes bunu nasıl başarabiliyor bilmiyorum. Gözlerimi kapatıp yürümeliyim belki de artık, önümdeki taşları gördükçe yerimde durmaya devam ediyorum. Evet korktuğum için, bu kadar korkak bir insanım işte ben. Oysa belki gözlerimi kapatıp yürüsem biri alır taşları önümden. Belki birileri çoktan güzel çiçekler dikmeye başlamıştır yürüyeceğim yollara. Belki ayağım bir taşa takılır yere düşerim ve görebileceğim en güzel gülü yakından görme şansım olur. Belki düşmek beni kendime getirecek şeydir. En büyük güzellikler en çok düşen insanları bulur zaten. Öyle değil mi? Kendime düşme izni vererek yürürsem eğer bütün düşüşlerime değer.
Bir kedi almalıyım belki de kendimi oyalamak için. Benim gibiler otuzlarına gelince de bir çocuk doğuruyor kendini oyalamak için. Onlar gibi olmak istemiyorum. İşte tamda bu yüzden tutuyorum nefesimi. Aslında hiç ölmek istemiyorum yani. Sadece çaresizim en az her biriniz kadar. Çare arıyorum. Birinde değil kendi içimde. Çok derinlere indim ama hala bulamıyorum. Bir yerlerde eksiğim çok biliyorum. Bende tamamlanmak istiyorum. Yarım kalmış bir hikaye olmak istemiyorum. Yarım kalmış hikayelerin bilgisayarın hiç açılmayan dosyasında yok olmaya yüz tuttuğunu biliyorum. Yok olmak istemiyorum, var olabilmek istiyorum.
Ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Belki de ne yapmam gerektiğini bilmiyorum demeliyim. Sadece Savaş'ı görmek istediğimi biliyorum. Bu doğru mu onu bile bilmiyorum. Ama sadece arkadaş olduğumuzu hatırlatıyorum kendime. İnsanın arkadaşını görmek istemesinden daha normal ne olabilir ki. Ama neden Ezgi'yi değil de onu? Yeni tanıştığımız için mi? Sanmıyorum. Bir yerlerde çok daha fazlası var biliyorum. Ama o yerlerin ne olduğunu öğrenmeye de korkuyorum.
Fırından keki çıkartıp oturuyorum mutfaktaki sandalyeye. Kekin soğumasını beklerken onu izleyip düşünmeye başlıyorum. Yeni pişmiş kakaolu keke bakıp hayatımı sorguluyorum. Hayatım bundan daha anlamsız bir noktaya gelemez herhalde. Harcadığım onca çabanın sonucunu oluşan Ayda bu işte. Soğumasını beklediği keke bakarken hayatını sorgulayan Ayda.
Küçük bir kahkaha kaçıyor dudaklarımdan, bu kez de gülüyorum ağlanacak halime. Ağlamaya bile enerjim kalmadı sanırım. Hep oturuyorum ve çok yoruluyorum. Yürümenin vaktinin geldiğini biliyorum ama adım atamıyorum. Sıkışmış gibiyim, her tarafı kapalı küçücük bir kutunun içindeyim ve çıkamıyorum. Ağlamak gibi değil artık ağlayamayacak kadar yorulmak gibi.
Eskiden anlamazdım bu cümlenin ne olduğunu. Bunun sadece ağlamayan insanların uydurduğu bir şey olduğunu sanırdım. Öyle değilmiş. İnsan sadece o noktaya gelince anlayabiliyormuş bunu. Bir şey için her defasında ağlarım sanıyordum ama bir noktadan sonra ağlayamıyormuş insan. Düşünsenize bunu bile yapamıyormuş. Ağlamayı bile yapamayan bir insan neyi yapabilir ki?
Şimdi birazda havadan bahsetmek isterim size. Sağanak yağmur yağıyor dışarıda. Tamamen gri bir gökyüzü. Şimdi elime sütlü kahvemi alıp camın kenarında kitap okuyor olmam gerekmez miydi sizce de? Ama ben böyle havaları seven insanlardan değilim ne yazık ki. Güneşi saklamış bulutlar enerji kaynağımı göremiyorum. Soluyorum, yoruluyorum, durgunlaşıyorum. Camlar bile kapalı nefes alamıyorum. Yağmurlu havalarda kapalı alanları hiç sevmiyorum.
Ölmüyorum belki ama çok fena sürünüyorum. Yavaş yavaş eriyorum. Hissediyorum bunu, hissediyorum yok olduğumu. Cesur olmak istiyorum sadece filmlerdeki kadınlar kadar. Kendi kitabımın kahramanı olmak istiyorum. Kendi kendine yeten kadın. Tıpkı bütün kadınlar gibi ama ben hariç.
Kekim soğuyunca tabağa koyup hızla çıkıyorum evden. Alt kata inip kapının önünde bekliyorum birkaç saniye. O benim arkadaşım, gerçekten öyle. Onunla konuşmak istiyorum, onunla konuşmayı seviyorum. O çizginin içine her an atlayabilme ihtimali bir yandan hiç hoşuma gitmese de bir yandan da içimde tuhaf bir merak uyandırıyor. Mesela bugün ben hiçbir şey söylemeden neyi anlayacağını merak ediyorum. Beni anlamasını istediğim için değil bunu gerçekten yapabildiği için. Onun yanında olmak heyecanlı bir bekleyiş olduğu için. Onun kuracağı cümleleri dinlemekte öyle. Daha önce hiç böyle biriyle tanışmamıştım, onun içindeki yaşama isteği bana da bulaşıyor sanki. Her şeyi bildiği halde yaşamak istiyor işte en büyük başarı bu. Cehaletle değil bütün acıları bildiği halde gerçek bir bilgelikle yaşamak istiyor. Dünyada hiç sorun yok her şey mükemmel ilerliyor diyen insanlardan değil. Ölmek isteyip dünyanın nereye gittiğini gören insanlardan ama o bütün bunlara rağmen çoğumuzun aksine yaşamak istiyor. O daha başaracak çok şey olduğuna inanıyor bundan önce çok şey başardığı için sanırım. Bense hiçbir şeyi başaramayan kadın olduğum için hiçbir şey başaramayacağıma inanıyorum.
Nereden mi biliyorum bütün bunları. Görüyorum. Onun güzel gözlerine bakıp da bunu görmemek mümkün değil zaten. Adam gözlerinin içine güneşi saklamış bunu görmemek nasıl mümkün olabilir ki? Sanki bana merdivenlerde çarpmamışta atıyla karşıma çıkmış gibi hissediyorum. Eğer bütün bunlar bir masal olsaydı öyle olacağına da eminim. Çünkü sizde görüyorsunuz Savaş havalı girişlerin adamı. Daha azı onun gözlerindeki güneşe hak ettiği değeri vermemek olur.
Zile basıp beklemeye başlıyorum. Bir dakika içinde açıyor kapıyı. Gülümseyerek elimdeki keki gösteriyorum önce. Tuhaf bir giriş yaptığımın farkındayım ama sadece buraya gelmek için bir bahaneye ihtiyacım vardı bende kalktım kek yaptım. Çünkü kahvenin yanına çok yakışır lezzetli bir kek.
"Kahven varsa kek yaptım" diyorum.
Gülümsüyor ve mükemmel gamzelerini gösteriyor bana. Bembeyaz teni bu ışıkta bile parlıyor. Bu harika teniyle ışıkta kaybolduğunu nasıl düşündüğünü bilmiyorum, bu tenin zifiri karanlıkta bile kaybolmayacağını düşünüyorum. Güzel yeşil gözleri ışıl ışıl parlıyor. Bu arada evet gözlerinin yeşil olduğuna karar verdim. Öyle güzel gülüyor ki saatlerce anlatmak istiyorum ve saatlerce izlemek istiyorum. Umut var diyorum. O güldüğü zaman herkes için umut var. Tam şimdi o gülümsedi diye çok güzel bir bebek doğdu, bir kadın bir adama çok aşık oldu ve bir adam çok güzel çiçekler dikti bahçesine. Neden mi? Diyorum ya çünkü Savaş gülümsedi. İyi ki öğretmen olmuş. Saatlerce dinleyip yinede doymuyor insan onun sesine. Öyle güzel anlatıyor ki saatlerce ve hatta günlerce dinlettirir kendini. İşte tam da bu yüzden elimde kekle dikiliyorum bu kapıda. Çünkü onu dinlemek istiyorum. Bir derdim var ve bana mantıklı bir açıklama yapsın istiyorum. Onun gözleri görür her şeyi ve o tuhaf bakış açısıyla baktığı zaman olaya çözer problemi. O bütün çizgilerin içine korkusuzca atlayabilir sanırım en çokta benim etrafımdaki çizgiye.
Olay şu ki bu kadar çok şey gören ve böyle mantıklı düşünen bir adamın çok kötü şeyler yaşamış olması gerekir. Öyle değil mi, hep öyle olmaz mı zaten? Ama ona bakınca, onun yaşam enerjisini görünce bu adam kötü bir şey yaşamış olamaz diyor insan. Yinede aynı insan saatlerce ona bakıp bu adam ne yaşamış diye düşünmek istiyor. Evet o insan benim. Ama neden böyle bilmiyorum.
Uzun uzun bakıyorum güzel yeşil gözlerine, acı arıyorum. Yok, ben göremiyor değilim gerçekten yok. Sanki bütün acılarını yok etmiş, hiçbirinin izini taşımıyor çünkü o acılarının izleriyle yaşayacak bir adam değil. Bir gülümsemesiyle bütün acılarını silebilir o ve sadece kendininkileri değil hepimizinkini silebilir.
Onun yeşil gözleri bu dünyadaki cennet. Abartmıyorum, sadece gördüklerimi anlatıyorum ve çok iyi biliyorum yetmiyor anlattıklarım.
"Sana her zaman kahvem var" diyor.
Gülümseyerek giriyorum içeri.
Mutfağa geçiyoruz. O kahveleri yaparken bende keki tabaklara koyuyorum. Tuhaf bir rahatlık burası. Sanki onun evi benim gizli yerim. Kimsenin bilmediği dolayısıyla da kimsenin dokunamadığı. Bana özel. Saklanmak istediğimde koşarak geldiğim yer. Çok değil bir haftadır arkadaşım bu adam biliyorum ama şimdi anlıyorum böyle bir yere ihtiyacım olduğunu. Tuhaf değil mi ben aslında bir hafta öncede yaşıyordum. Şimdi düşünüyorum da onu tanıyana kadar ben nereye saklanıyordum?
İçimden bir ses saklanamıyordun diyor. Saklanamıyordun çünkü gidecek bir yerin yoktu. En acı cümlelerinden biride bu o içimdeki sesin. Ama haklı gidecek hiçbir yerim yoktu, gidecek hiç kimsemde yoktu o yüzden psikoloğa gitmeye başladım ya zaten. Ben gerçekten yalnızdım. Bir sürü insanın içinde bile yalnız kalmayı başarmıştım. Parmağımda bir yüzük taşıyorum ve yalnızım. Bu sadece benim ayıbım olamaz.
Salona geçiyoruz kahveler olunca. Cama dönük iki tane tekli koltuğun ortasındaki sehpaya koyuyorum tabakları. Sağdaki koltuğa oturup soluma doğru dönüyorum. O da koltuğa oturup bana doğru dönüyor. Gülümsüyor, gülümsüyorum. Gülümsemek sanki önemli bir mesajmış gibi gülümsüyor, sanki aramızdaki bir şifreymiş gibi, sanki şimdi bende onun ne demek istediğini anlamışım gibi. Arkadaşlığımız giderek tuhaflaşırken aynı zamanda da güzelleşiyor. Belki de ben şu anda ağlanacak halime gülüyorumdur.
"Yalnız bu kek bitmeden gidemezsin söyleyeyim" diyor.
"Koltukta sen uyursun o zaman" diyorum.
Küçük bir kahkaha kaçıyor şekilli ince dudaklarından. Sonra çok tuhaf bir şey oluyor, benim sesimin de onun kahkahasına eşlik ettiğini fark ediyorum. Gerçekten gülebiliyormuşum. Hayatta geldiğim bu noktada gülebildiğime şaşırıyorum işte. Bundan sonraki noktada nefes aldığıma şaşırmak olacak sanırım. Ve evet bu kez itiraf ediyorum ki ben bundan korkuyorum. Bileklerini kesmiş bir kız ölmekten korkuyor, bundan daha büyük bir ironi olamaz herhalde.
Her birimiz böyle değil miyiz zaten? Hep daha fazlasını istediğimiz bu dünyada yapamadıklarımızı öylece bırakıp gitmekten korkarız. Kafamızın içindeki her şeyi yaptıktan sonra gitmek isteriz hep ama sanki ömürlerimiz çok uzunmuş gibi hep bir şeyleri erteleriz. Bazen ertesi güne bazen de ertesi yıla ama hep daha sonraya. Ya daha sonrası olmazsa? O zaman ne olacak? Hadi diyelim yarın yok. O zaman ne olacak benim kafamın içindekilere? Bu kadar ötelemeye gerek var mıydı her şeyi?
Ben öldüğümde o vazo masamda durmaya devam mı edecek? Soğuk bedenimden mi çıkartacaklar parmağımdaki yüzüğü? Küçücük bedeniyle kocaman dünyaya sığamadı diyecekler. Büyük hayallerimi kimse bilmeyecek, farkında bile olmadan benimle birlikte gömecekler onları da. O kadar hayal küçücük bir mezarın içine bedenimin yanına sığabilecek ve kimse bilmeyecek bunu.
"İyi misin?" diyor.
Güzel gözleri merakla bakıyor yüzüme. Merak ve şefkatle. Tuhaf bir dostluk bizimkisi. Tuhaf bir gerçeklik onun yanı.
"Değilim" diyorum hemen.
Zaten iyi olmadığımı biliyor. Ama işin asıl tuhaf kısmı bende ona yalan söylemek istemiyorum. Aksine her şeyin en doğrusunu anlatmak istiyorum. Bütün hayatımı bir çırpıda anlatayım o da satır aralarında sakladığım her şeyi anlasın. Anlar çünkü. Ben sadece bakarken bile beni anlayan bu adam konuşsam kim bilir neler anlar. Ama ben konuşabilir miyim? Bir çırpıda anlatabilir miyim her şeyi?
"Kavga mı ettiniz?" diyor.
"Hayır" diyorum.
Artık kavga bile edemiyoruz demiyorum. Kavga etmemiz için karşılıklı konuşmamız ve birbirimizi dinlememiz gerekiyor ama biz birbirimizi dinlemeyi bırakalı çok oldu. Bunu da söyleyemiyorum tabi ki ona. Ve her kavgada sen hep haklısın tabi diyip gittiğini tamda bu yüzden artık hiçbir şeyi çözmek istemediğimi de söyleyemiyorum. "Sanırım özledin" diyor.
"Haklısın, daha önce bu kadar uzun süre ayrı kalmamıştık" diyorum.
Hayır özlemedim diyemiyorum. Neden bende bilmiyorum. Özlemek istediğim için ya da özlemem gerektiğini düşündüğüm için değil sadece diyemiyorum işte. Dilim gitmiyor. Bunu bilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Aslında bunu da anladığını düşünüyorum ama sanki anlamıyormuş gibi davranmak istiyorum. Ona farklı bakıyorum, bunu anlıyorum ve kabulleniyorum ama onun da bana farklı bakmasını istemiyorum. Sadece onu kaybetmek istemiyorum hepsi bu. Özelliklede ona farklı bakmanın ne demek olduğunu bile bilmiyorken.
"O zaman senin eğlenmeye ihtiyacın var" diyor.
Küçük bir kahkaha daha çıkıyor dudaklarımdan. Bu adam her seferinde beni güldürebiliyorken neden onu kaybetmek isteyeyim ki zaten. Bazı kalpler öyle oluyor işte. Birbirinizi çok geç tanısanız da aslında hep tanıyormuşsunuz gibi, sanki tam vaktinde yapılması gereken her şeyi biliyormuşsunuz gibi. Beni güldürmeyi biliyor, kakaolu keki sevdiğini biliyorum böyle basit ve küçük şeyler işte. Ama zaten size bir sır vereyim mi hayatta en değerli şeylerde bu küçük ve basit şeylerdir zaten.
Küçük ve basit bir şey daha Fatih beni güldürmeyi bile bilmiyor. Tıpkı en büyük hayalimi bilmediği gibi. Karşıma hiç seyahat planıyla çıkmamış adam o. O adam karşıma bir yüzükle çıkmış adam hem de hiçbir şeyin yolunda gitmediğini anladığında yaptı bunu. Sanki bir yüzük her şeyi çözebilecekmiş gibi. Sanki ben küçüklüğünden beri gelinlik hayali kuran bir kızmışım gibi. Düğünleri gereksiz ve abartılı bulmuyormuşum gibi. Ve evet tabi ki tek taşları seviyormuşum gibi. 
"Aklında ne var?" diyorum. 
Bana şefkatle sarılmıyor. Tuhaf. Normalde her zaman böyle durumlarda yapılacak en iyi şeyin üzülen kişiye şefkatle sarılmak olduğunu düşünmüştüm. O sarılmak istemese de, ağlamak istemediği için. İçini dökmesinin iyi geleceğini düşünmüştüm o içini dökmek istemese de. Birine değer verince o ne derse desin kafamdaki doğruları yapmaya alışmışım sanırım. Ama sadece ben böyle değilim ki Fatih de böyle, annemde ve babamda böyle. Ben normal olanın bu olduğunu bilerek büyüdüm. Ama şimdi adam bana sarılmayı bırak içimi dökmem için bile uğraşmadı. Anlatmamı istemediği için mi yoksa ben anlatmak istemediğim için mi? 
Ayağa kalkıp televizyonu açıyor. Bir müzik kanalında eğlenceli bir şarkı denk gelince zaplamayı bırakıp televizyonun sesini açıyor biraz. Sonra kumandayı orta sehpaya bırakıp sehpayı televizyona doğru itiyor. O bütün bunları itinayla yaparken bende hayranlıkla izliyorum onu. Sonra yanıma gelip elini uzatıyor gülümseyerek. Önce biraz tedirgin bakıyorum gözlerine sonra dayanamayıp elini tutup kalkıyorum ayağa. Beni ortada bıraktığı açık alana çekip dans etmeye başlıyor. Bir dakika kadar kahkaha attıktan sonra onun komik figürlerine eşlik etmeye başlıyorum. Komik ve aptal görünüyoruz biliyorum ama gerçekten eğleniyorum. 
O bana tuhaf hareketler gösterirken korkunç dans eden bir insan olduğumu unutup içimden ne geliyorsa yapıyorum bende. Bu kez de kendim için bir şey yapıyorum gerçekten. Düşünmekten çok yorulduğumu şimdi daha da iyi anlıyorum. Eninde sonunda düşünmem gerektiğini biliyorum ama benimde bir molaya ihtiyacım varmış işte. Savaş doğru olanı yapıyormuş şimdi anlıyorum. Ben gerçekten anlatmak istemiyorum. O anlat desin istemiyorum. Kafamı dağıtmak istiyorum. İşte tamda bu yüzden yakın arkadaşlarım yerine onun yanına geldim galiba. Aslında gerçekten arkadaşım o benim. Bazı şeyleri çok fazla düşünüp kafamda yanlış şeyler kurgulamama gerek yok. Biz sadece birbirini çok iyi anlayan ve çok uzun seneler önce tanışması gereken iki arkadaşız. Hepsi bu işte. Hepimiz yeni arkadaşlar ediniriz. Benim düştüğüm bu boşlukta yanıma çekip suçlayacak birine ihtiyacım vardı ve ben onu suçlayabileceğimi düşündüm belki de. Bu onu, beni ve bütün düşüncelerimi bitirmenin en kolay yolu çünkü.
Bu yaşıma kadar nasıl kötü olan her şey için birilerini suçladıysam şimdide aynı şekilde Savaş'ı suçlayacaktım işte. Böyle güzel bir adamı bitirecektim hiçbir suçu olmadığı halde hem de. Sadece düştüğüm boşluğa kendi hatalarım soncu düşmediğimi göstermek için hem de. Her zamanki gibi işte. Hata yaptığında bunun suçunu hep başkasına atan insanlardan biri de benim işte.
Dans etmekten yorulunca televizyonu kapatıp koltuklara geçiyoruz tekrar. Sonra birden, gerçekten nedenini bilmeden, kahkaha atmaya başlıyorum. Komik olduğu için değil sadece eğlendiğim için. Mutlu olduğum için. Aslında sadece çılgınca dans etmenin bile beni ne kadar mutlu ettiğini gördüğüm için. Aslında bütün hayat bu kadar basit olduğu için. İnsanları elinden tutup kaldırıp dans etmek yerine zorla kalbindeki yarayı deşmenin ne kadar aptalca olduğunu anlıyorum. 
Küçük bir aydınlama yaşıyorum bir kez daha Savaş sayesinde. Sevdiğimiz insanları sevilmek istediğimiz şekilde seviyoruz. Oysa bunu bırakıp onların nasıl sevilmek istediğini görmeliyiz. Üzüldüklerinde ya da çok mutlu olduklarında onlar nasıl istiyorsa o şekilde yanlarında olmalıyız çünkü diğer türlüsü yanlarında olmak olmaz. İnsanlara kendi vicdanımızı rahatlatmak için yaklaşmayı bir an önce bırakmalıyız. Çünkü bu üzgün birine sen üzülünce bende üzülüyorum üzülme demek gibi bir şey. Bencilce. Sadece kendi vicdanımız için, sadece kendi rahatımız için. Birini sevmeyi bile kendimizi düşünmeden yapamıyoruz, nasıl bir noktaya geldiğimizi görüyor musunuz? Dünyanın en saf duygusunu da kirletiyoruz kendi bencilliğimizle. Çünkü sadece biz öyle istiyoruz. Dünyada hiçbir şey istediğimiz gibi gitmezken ısrarla kabullenemiyoruz bunu. Ve bu kabullenememenin acısını en sevdiklerimizden çıkartıyoruz her defasında.
"Kahvelerimiz soğudu" diyorum kahkaha atmam bitince.
Kafasını sallayarak gülüyor. Sanırım delirdiğimi düşünmeye başlıyor. Oysa ben yeni akıllanıyorum. Delirmek için çok erken. İlk defa korkunç olduğumu düşünmeden dans ediyorum, tıpkı ilk defa gerçekten içimden geldiği için kahkaha attığım gibi. En güzel ilklerimi yaşıyorum hem de aynı gün içinde.
"Yenisini yapayım" diyor.
Bardakları alıp çıkıyor odadan. Tuhaf bir boş vermişlik sarıyor her yanımı. Acılar olacak, hep olacak biliyorum ama bugün Savaş sayesinde o acılar varken de mutlu olunabileceğini öğrendim. Her gün bir şey öğreniyor işte insan. Her gün biraz daha büyüdüğümüzün en büyük kanıtı bu işte. Ve hayatımıza giren insanlar elimizi tutuyor bu yolda zaman zaman.
Savaş kahvemi elime verip koltuğuna oturuyor.
"Söylesene senin adın niye Savaş?" diyorum.
Sormayı bile düşünmediğim bir soru soruyorum. Gevşedikçe düşünmemeye başlıyorum. Şimdi daha az yüküm varmış gibi hissediyorum. Eve girerken ayakkabılarımla birlikte bütün yükümü de kapının önünde bırakmışım gibi hissediyorum. Tam şimdi canım ne istiyorsa onu yapabilirim. Adım atmaktan korkmak çok anlamsız. İstediği kadar karanlık olsun tam şimdi istediğim her yere yürüyebilirim hatta dans ederek bile gidebilirim. İnanın şu an her şey çok basit. Yürümeye devam edebilmek için ihtiyacımız olan tek şey birazcık mutlu olmakmış, sadece birazcık. Diğer herkes kadar işte. Küçücük bir kahkahada saklıymış ihtiyacımız olan bütün cesaret. Yani o kadar da büyütmenin bir anlamı yokmuş. Ama bu evden çıkınca da bunları düşünebilir miyim? Onu bilmiyorum işte. Sadece deneyebileceğimi biliyorum. Keşke yüklerimi bu kapının önünde bırakabilsem, gerekirse ayakkabılarımı da bırakırım bütün yükümle birlikte. Yalın ayak ama mutlu çıkarım bu evden.
"Annem koymuş. Her zaman bana Savaş değil Savaşçısın der. Onun inandığı şey her birimizin birer savaşçı olduğu. Yara izlerini de severim ben. Annem hep insanlar en kötü oldukları anda en büyük yara izlerine bakarlar der. Bana hep yara izlerimden korkmamam gerektiğini onları sevmem gerektiğini söyledi. Ben o izler sayesinde hayatta kalmışım çünkü. Annem yara izlerinin hikayesine inanır. Bende inanıyorum. Her biri harika hikayeler anlatıyor. Nasıl yaşamaya devam ettiğimizin hikayesi onlar. Elinin kenarındaki o küçücük ize bak Ayda. Düşünsene sen mesela o izle yaşıyorsun, o iz nasıl oldu bilmiyorum ama ölemedin. Buradasın işte. Karşımda oturmuş beni dinliyorsun, ne kadar büyük bir nimetsin biliyor musun? Sen bir mucizesin, sende savaşçısın Ayda" diyor.
Şok içinde dinliyorum onu. Ne kadar harika bir annesi varmış böyle. Ben mi bir savaşçıyım, hiç sanmıyorum. Hangi savaşçı savaşın ortasında intihar eder ki? Ben nasıl büyük bir nimet olabilirim ki? Yine de ona intihar olayını anlatamadığım için, elimin kenarındaki izden daha büyük yara izine sahip olduğumu söyleyemediğim için bir şey diyemiyorum bu konuda. Haklı ama yine de ölmedim, ölemedim çünkü. Belki de beceremediğim için değil savaşmam gerektiği içindir. Yinede savaşamayacak kadar yorgun olduğumu görmezden gelemiyorum. Çünkü bu tükenmişliğim görmezden gelemeyeceğim kadar büyük. Çünkü kolumda bana "sen intihar ettin" diye bağıran bir iz taşıyorum ben. Çünkü ben korkuyorum ve bir vazoyu bile kıramayan insan olarak yaşıyorum parmağımda ayrılmak istediğim adamla evleneceğimi gösteren bir yüzük taşıyarak hem de.
Nasıl savaşçı olunur? Yaşadığı her acıya rağmen insan nasıl ısrarla yürümeye devam etmeye çalışır aklım almıyor. Bana sorarsanız çok zor. En büyük adımların en zor zamanlarda atıldığına bende inanıyorum ama zor. Anlatabiliyor muyum? Hele benim için çok zor. Bu kadar uzun süre oturduktan sonra nasıl yüründüğünü bile unuttum ben. Bir savaşçının asla savaşması gerektiğini unutmaması gerekmez mi? Bense vaktinde nefes almayı bile unutmuştum. Bırakın savaşmayı ben zar zor nefes alabilen bir kadınım.
Şimdi bu adamda gelmiş bana savaşçı olduğumu söylüyor. Her şeyi gören bu güzel adam ne kadar korkak olduğumu görmüyor mu yoksa? Sanmıyorum, görüyordur mutlaka. Hatta belki de bu yüzden söylüyordur bütün bunları. Belki de beklediğim çare Savaş'ın kendisidir. Sonuçta bu adam hayata aşkla bağlanmış bir adam. Her şeye rağmen yaşıyor yürümeye ve gülmeye devam etmesi gerektiğini biliyor. Savaşın kendisi olmadığını ve hep bir savaşçı olması gerektiğini de biliyordu. Karşımda bir savaşçı olarak büyüyen adam var kimse ondan daha iyi çare olamaz.
"Sadece düşmüştüm" diyorum.
"Yarmaz bir çocuk muydun?" diyor.
Hayır hiç değildim aslında. Komik aslında. Baya komik hem de. Çocukken de korkaktım, hiç koltukların tepesinden inmeyen ve hep düşen o çocuklardan olmadım, yani o zamanda yürüyemezdim işte. Yine de düştüm, o zaman bile. Ama onun sorusuna cevap vermek yerine başka bir soru soruyorum ona.
"Beni yanlış anlama ama sen hiç kötü bir şey yaşadın mı Savaş?" diye soruyorum.
Yaşamadın demek istemiyorum sadece acı çekmesine rağmen böyle gülümseyebilmesini aklım almıyor. Nasıl yaptığını anlatmasını istiyorum. Nasıl yapıldığını öğrenmek istiyorum bende. Onun yanındayken çok kolay gülümsemek ama ya o yokken o zaman ne yapacağım? Yalnız başıma gülmeyi de öğrenmeliyim. Hiç gülemediğim bir yolda nasıl yürüyebilirim ki?
"Ayda bu dünyada canı yanan tek insan sen değilsin. Hepimizin canı yanıyor ve her birimiz bu acının kaldırabileceğimizden fazla olduğunu söylüyoruz. Hepimiz ağlıyoruz yani. Ama ben senin aksine yara izlerimi saklamak yerine vakti gelince onlara gülüp onlarla alay etmeyi biliyorum." diyor.
Öyle net bir şekilde senin aksine diyor ki intihar ettiğimi biliyor olmasından korkuyorum. O kadar da değil ama değil mi? Bunu da göremez herhalde. Gerçi her şeyi gören bu adam bunu nasıl görmez ki? 
Benim görmesini istememem de tuhaf biliyorum. Hep fark edilmek istemişken şimdi de saklanmak istiyorum. Sadece karşımdaki adam bu kadar iyi bir savaşçıyken benim çok fena çuvalladığımı anlamasını istemiyorum. Sen attığın hiçbir adımda savaşmaktan vazgeçmemişken ben hiç adım atmadım yinede başardım düşmeyi ve yinede kestim bileklerimi demek istemiyorum.
"Aksini iddia etmedim sadece nasıl yapabildiğinizi merak ediyorum" diyorum.
"Yapabildiğinizi mi? Ben ve kimler?" diyor.
Gülümsüyorum. Sen, annen ve umarım dünya da yapabilen diğer insanlarda. Dünyada sadece siz ikiniz olamazsınız herhalde. Belki bende size katılırım. Her zaman intihar etmiş kız olarak kalacak değilim ya. Değişmekten ve büyümekten bu kadar bahsetmişken bende büyürüm sizin kadar.
"Sen ve senin gibi olan diğer herkes işte" diyorum.
Aslında çokta önemli olmayan bir şeyden bahsediyormuşuz havası vermeye çalışıyorum ama aksine şimdi yaşamın şifresini söyleyecekmiş gibi dikkatli dinliyorum onu. Bunu en çok o bilir çünkü. Güzel cümleleri beni çok etkiliyor biliyorum ama o kadar güzel ve o kadar inanarak anlatıyor ki engel olamıyorum buna.
"Hayat bunu öğrenmen için bir şey ya da birini çıkartıyor karşına. Bu kadar aceleci olma beklemeyi öğrenmelisin" diyor.
"Ömürler çok kısa" diyorum dayanamayıp.
Ölümün eşiğine kadar gelmiş biri olarak söylüyorum bunu. Bazen çok uzun geliyor, bazen gereğinden fazla yoruyor ve çok fazla zaman pes etmek istettiriyor insana biliyorum ama yine de ömürler gerçekten çok kısa. Ölüm soğuğu her yerinizi sardığında, huzursuz bir boş vermişlikle kapanmaya başladığında gözleriniz ve kulaklarınızda bütün ömrünüz boyunca duyduğunuz o ses artık çok kısık gelmeye başladığında sizde anlarsınız.
"Bekle" diyor.
İtiraz etmiyorum bu kez. Zaten hep bekledim ben. Biraz daha bekleyebilirim şimdi en azından Savaş sayesinde geleceğine inanıyorum bir şeylerin. Ellerime yeni umutlar bıraktı Savaş biraz da bunlar için yaşayabilirim biliyorum. Sadece boş oturarak beklemek istemiyorum. Hayat bana sadece oturarak hiçbir şeyi elde edemeyeceğimi öğreteli çok oldu.
Ömürler çok kısa, en çok inandığım şey bu yinede her zaman değiyor beklediğimize. İşte tamda bu yüzden pes etmememiz gerekiyor. Bu hayatta çok fazla şeyi çaba harcayarak edindiğimizi biliyorum ama hayatında bize verdiği şeyler var. Her ne kadar biz ama ben şunu yapmıştım bu o yüzden oldu desek de var. Hangi yolu seçersek seçelim karşılaşacağımız güzelliklerde var. Hatta onlardan kaçsak bile gelip bizi bulan güzellikler. İşte bunlar hayatın bize verdiği şeyler. Biz bir şeyler yaptığımız için değil yardım görmemiz gereken zamanda yardım alacağımız için.
Dünyada küçük yardım çantaları var her biri vakti gelince ihtiyacı olanın gelip onu bulmasını bekliyor. Benim yardım çantamda dışarıda bir yerlerde beni bekliyor tıpkı sizinkilerin de sizi beklediği gibi. Belki de çok yaklaştık belki de şu an tam gözümüzün önündedir.
Bunları sadece Savaş'ın gözlerine bakıp umudun varlığına inandığım için söylemiyorum. İçten içe her birimiz inanırız umuda. Sadece zaman zaman, genelde çok sert düştüğümüz zamanlarda inanmak istemeyiz sadece pes edebilmek için. Düşünsenize pes etmek için bunca bahane uydururken yürümeye devam edebilmek için önümüzde olan her şeyi görmezden geliyoruz.
Yani evet umuda inanıyorum yine de çoğu zaman inkar edeceğim bunu. Benim için asla umut yokta diyeceğim ama içten içe hep inanacağım tıpkı sizin gibi yani. Gördünüz mü hiçbir farkımız yok. Aslında hepimiz bütün farklılıklarımıza rağmen o kadar çok birbirimize benziyoruz ki.
"Ya pes etmek istersem?" diyorum merakla.
Zaman zaman pes etmek isteyeceğimi biliyorum. Her şeye çabuk küstüğüm gibi hayata da çabuk küsüyorum ben. Hemen vazgeçiyorum çok istediğim şeylerden bile. 
"İstemeyeceksin" diyor.
"Ben isterim" diyorum.
İntihar ettiğim için diyorum, hiç yürümediğim için diyorum, istediğim şeyleri sesli olarak dile getirmek yerine hep birilerine ve bir şeylere küstüğüm için diyorum.
"Sana bir şey söyleyeyim Ayda" diyor.
"Söyle" diyorum hemen.
Benimle ilgili çok önemli bir şey daha anlatacağını hissediyorum ve merakla dinliyorum onu.
"Sen pes ettiğini söylediğin zamanlarda bile asla pes etmeyeceksin. Biliyorum çünkü şu anda pes etmek için bahaneler uydururken bile pes etmek istemiyorsun. Sen sadece pes etmekten korkuyorsun hepsi bu. Sen bekleyeceksin." diyor.
O kadar inanarak anlatıyor ki. Bana inanıyor. Benim bekleyecek kadar güçlü olduğuma inanıyor Savaş. Bende benim asla kendimde göremediğim şeyleri görüyor. Gördüğü şeyler o kadar güzel ki ona inanmak istiyorum.
"Bekliyorum" diyorum Savaş'a.
Gülümsüyor. Biliyorum der gibi gülümsüyor.

KAHRAMANWhere stories live. Discover now