5

50 5 0
                                    

Gezintiden Dönüşler

Göksu Kasrı'nın önünden ayrılarak yalımıza varıncaya kadar geçen zaman, kayık içinde, tam bir sükût devresi olurdu. Zira, bu zamanın şiirini hiçbir sözle bozmaya kıyamazdık. Hatta, başkalarının da konuşmalarından çekinmemize mahal kalmazdı. Biz susardık, akrabalarımız mutlaka susarlar, demin kürek çekerken bize, kendi hesabına göre birtakım kahve ocağı dedikoduları dinletmiş olan sert yüzlü kayıkçımız bile, bir şarklı sezişiyle, söz sırasının geçmiş ve susmak sırasının gelmiş olduğunu, bizim değişmiş, uzak bir hayal iklimine göçmüş bulunduğumuzu duyarak şimdi sadece küreklerini çeker ve susardı. Yalnız, inip kalkan küreklerden suların tekrar denize damla damla dökülüşleri duyulurdu.

Bütün bu dönüş zamanlarının hususi şivesini kanımda ve asabımda hâlâ duyarım. Akşamın solgunluğu ve loşluğu çöküp Boğaz'ın suları daha acele ile, daha çabuk akmaya başlardı. Yanımızdan kayan bu suların artık için için sualli ve şikâyetli mırıldanışları, üstümüzdeki saf ve yüksek semanın sükûtu ve bu nazlı yerlerden geçen zamanın sessiz çağlayışları, ruhumuza geçerek en mahrem şiirimizi taşırır, en galeyanlı hislerimizi coştururdu.

Bu kadar açık ve güzel bir manzara ruhu daima acıtır. Vücudun en hisli noktası olan ruh bir ebediyet için hazırlanmış kadar güzel ve derin görünen bu ihtişamlı varlık karşısında faniliğini o kadar iyi bildiği kendi kendisi için acımaktan kurtulamaz. "Ya? Bana ve bendeki büyük aşka yazık değil miydi?" düşüncesi içimizde en mahrem derinliklerimize kadar sızlayan bütün hislerimizin bir köküdür.

Güzellikler, ruhun ihtiyaçlarını çoğaltarak ve incelterek geçen zamanlar, ruhları genişleterek ölen saatler dünyanın en güzel fakat hüzünlü bir köşesi olan Boğaziçi'ne pek yaraşır ve, burada, tam yerindedirler.

Bu dönüşlerde güya fazla miktarda şiir yutarak bir şiir sarhoşluğuna tutulurdum. Nasıl ki bindiğimiz sandalı büyük bir dalga kaldırıp indirdiği zaman içimizin oyulduğunu, içimizde güya varlığımızın kazıldığını duyar gibi olursak bu akşam, bu dönüş başladı mı, gönlümde, pek hususi bir lezzetle, bir büyük ezinti ve çöküntü duyar gibi olur, kendimi hep bu hale kaptırırdım. Güya o zamana kadar manen bir mumya imişim de bütün bağlarım şimdi birer birer çözülüyormuş gibi, bir ferahlık ve bir genişlik içinde dağıldığımı duyardım. Daha ziyade serinlemiş hava ile Boğaziçi bin lisan, bin mânâ alır ve canlı, küçük, genç, çocuk rüzgârlar yüzüme, başıma, üstümüze üşüşerek sanki mesamatımı, kalbimi, beynimi açar, maneviyatıma dolar, muammalar ve sırlar söylerdi. Güya bize gelen ve bizden geçen bu sular, üstümüzden kayan bu kesik ve canlı rüzgârlar, bu akşam ve bu kâinat ile her defa aynı ve her defa yeni olan bu mucizeli birleşme, bu tılsımlı bütünleşme sanki beni tamamlardı. Akşamla, tabiatle bu musikîli, rüzgârlı temas ve birleşme son derece tesirliydi. Güya vücudumuzun ve maneviyatımızın bütün boysuz hudutları eriyerek muhitimizin vuslatı içine yayılmamıza mâni kalmıyordu. Her şey bir açılış, bir iç içe akış, bir dağılış hissiyle duyulurdu. Bu maddi kâinat o kadar güzeldi ki ruhu metafizik bir güzellikle doldururdu.

Akşamın esmer ve gittikçe koyulaşan renklerine dalan bu suların gizli ve demin hafifken gittikçe derinleşen mırıltıları, güya tabiatın, belki de ademin itiraz ve şikâyet eden bu müphem, hafif şuurlu, belki de şuursuz sesleri ruhumu, öyle doldurmuş ve içimde öyle aksisedalar uyandırmış ki bu sesleri hâlâ duyarım.

Boğaziçi'nin Anadolu ve Rumeli kıyıları arasındaki, bu, dünyanın pek sağlam olmadığı hissini veren, çalkantılı, salıntılı noktası bu saatlerde bana kâinatın en cazibeli ve benim tatmaya en ziyade hazırlanmış bulunduğum noktası tesirini yapmış ve bende böyle bir hatıra bırakmıştır.

Boğaziçi YalılarıWhere stories live. Discover now