6

36 3 0
                                    

Kanlıca'daki Yalı

Şehrin izdihamlı yollarından yürüyerek yahut tramvay, otobüs veya otomobille geçerek vardığımız bir apartman, bir ev, bize nasıl manevi bir tesir yapabilir? Buraya girerken üstümüzde hâlâ maddi endişeler, günlük telaşlar vardır. Ayakkabılarımız ve esvaplarımız gibi, ruhumuz da tozlanmıştır. Ayrı bir maneviyat âlemine varmak için bize ya büyük ağaçların vakarını yayan bir korunun sükûtu, yahut bir denizin, ruhunu duyuran derin mırıltıları ister. Her tasavvuf, her iman ve bunun gibi her şiir ve her ahenk bir hazırlanış devresi ister. Her üstadın verdiği dersin tesirli oluşuna onun o zamana kadar birikmiş şöhreti yardım eder. Seyrettiğim aktörlerin en büyüğü değilse belki en müessiri olan De Max, bir sanatı tatmak için bu hazırlanışın ehemmiyetini bilerek, sahneye birdenbire çıkmaz; rol almış olduğu piyeslerde, müellif ile mutabık kalarak, kendisinin oynadığı kral, kardinal, general, sihirbaz veya ihtilalci sahneye çıkmadan evvel diğer şahıslara onun gelmek üzere olduğundan bahsettirirdi. Nihayet, yine kendisi görünmeden evvel, sahnenin dışından perde perde gelen sıcak ve derin sesi duyulmaya başlardı. O zaman sahneye çıkışı şaşaalı bir şey olur ve biz hayranları onu şiddetle alkışlardık.

Hatırlıyorum: Büyük yengemin Kanlıca burnundaki yalısına da her defa böyle bir hazırlanış devresinden sonra varmış olurduk. Şüphe yok, daha eski zamanlarda bu yalının sahipleri ve misafirleri ona karayolundan atlarla da gidip gelmişlerdir. Lâkin benim yâd ettiğim bu zamanda mahallenin erkekleri attan inmişler, yaya kalmışlardı. Otomobiller daha koşmaya başlamamış, arabalar da, o semtte yok denecek kadar azdı. Yalıya zikzak vapuruyla Anadoluhisarı veya Kanlıca iskelelerinden birine çıkıp karadan vardığımız günler, eski bir mezarlık önünden, uhrevi, son derece hüzünlü ve dokunaklı bir yoldan geçerdik. Çok kereyse ona Rumelihisarı'ndan kayıkla gelirdik. Boğaziçi'ne ne kadar alışmış, güzelliğine ne kadar kanıksamış olursak olalım, üç çeyrek saat, yarım saat, bu mavi, ahenkli, romantik suların üstünde gezen ve böylece bir güzellik, şiir ve romantizm banyosu alan, artık ruh kuvvetleri artmış, hususi bir maneviyat âleminin varlığını ve dersini duymaya hazırlanmış olur. Zira bu güzellikten kalplere, ruhlara daima bir seziş kabiliyeti sirayet eder ve hatta onlarda az çok hüzünlü bir asalet hissi hâkim olur.

Bu yalının, boynunu uzatmış denize bakan ve için için bekleyen bir hali vardı. Vakarlı bir yüze benzeyen cephesinin suya akseden gölgesini ve denize doğru uzayan çıkıntılarının altındaki büyükannelerimizin sarkan katmerli gerdanlarını andırır desteklerini görünce, sükût içinde bir şey duymaya, bu simanın mânâsını sezmeye, bu varlığın tadına ermeye koyulurdum.

Zaten o zamanki yalılar bulundukları noktalara o kadar uyarlardı ki ruhlarıyla bulundukları yerler arasındaki rabıtalar adeta gözle sezilirdi. Öyle ki bu yalılar buralara hariçten getirilmiş malzemelerle rastgele yapılmışa değil fakat kendi hususiyetlerine göre bulundukları noktada hâsıl olmuşa benzerler; yahut da zevklerine göre yerlerini seçip buralara gelmiş ve konmuş büyük, içli ve ruhlu mahluklara benzerlerdi. Ben, sandalda, yalının denizde hafifçe sallanan gölgesine girince, kendimi onun kucağına girmiş gibi duyardım.

Asıl bildiğimiz harem kısmının yanı başında, büyükçe, bakımlı bir bahçe ve içinde mutena ağaçlar vardı. Boğaziçi'nin bütün evleri bahçeli olmalıyken böyleleri o kadar azdır ki su kenarlarına yakışan çiçekleri burada görmek gözlere adeta yeni bir haz verirdi. Bahçenin parmaklıkları henüz yerlerinde dururken önündeki rıhtım denize dökülmeye başlamıştı. Bu harap rıhtımlı, nadir çiçekli, güzel ağaçlı bahçe de tıpkı arka taraftaki daracık Kanlıca yolu gibi o vakitlerde bile bir eski zaman mahsulü görünen bu yalıya tarif edilmez bir uzaklık ve hayal hali, melali ve tesiri verirdi. Böylece gözler bütün yalıyı, kenarındaki bahçeyi, arka taraftaki bahçe setlerini, bu harem kısmının öte yanındaki nispeten küçük selamlığı ve onun yanında, yine deniz kenarında, bir tek odadan ibaret, bir kameriyeyi andıran, bir yavru, bir çocuk gibi masum ve sevimli görünen selamlık köşkünü hep birden kavradığı zaman, daha içeri girmeden evvel, insan bu münzevi sükûtun ve şiirin hazzım anlardı.

Boğaziçi YalılarıWhere stories live. Discover now