Eşcinselliğin Tarihi

825 7 0
                                    

Genel olarak canlı neslinin devamlılığının sağlayıcısı olarak üreme, her ne kadar heteroseksüelliği başlıca cinsel yönelim olarak görmeyi gerektirse de cinsel çeşitliliğin bir sonucu olarak eşcinsellik doğada var olan bir gerçekliktir.

Çalışmada insan eşcinselliğinin ele alınıyor olması sebebiyle diğer canlılarda görülen eşcinselliğe değinilmeyecektir ancak doğada çok sayıda hayvandaeşcinselliğin görüldüğü bilinmektedir.

İnsanlarda cinsel yönelim olarak eşcinselliği tarihsel süreç içerisinde ele almak, eşcinselliğin varoluşunun tarihselliğini ortaya koyacağı gibi eşcinselliğin, toplumsal boyutuna paralel olarak bireyin tekil cinsel davranışından bir hareket haline dönüşme sürecini de göstermesi bakımından önemlidir.

İnsanın dünyayı ve varoluşunu anlamlandırma çabasının en kadim göstergelerinden olan mitoloji, evrenin oluşumunu -tanrılı din kitaplarından ve evrim teorisinden önce- bir edebiyat ürünüdür.

Andre Morali-Daninos’un dünya kadar eski olduğunu söylediği eşcinselliğin izlerine bu eski zaman anlatılarında rastlanır.

Yunan mitolojisinde Tanrı Zeus’un ölümlülerin en güzeli sayılan Ganymedes’e vurulması ve onu tanrılar sofrasında şarap sunucusu olarak kullanması, aynı cinse duyulan fiziksel ya da romantik çekimin uzandığı tarihi göstermesi bakımından önemlidir.

Antik Yunan’da erkekler arası ilişki bir yaşam şeklidir ve erkek eşcinselliği yüceltilen bir ilişki türüdür. Roma imparatorlarından Hadrianus, Sezar, Tiberius, MarcusAntonius ve Vitellius’un eşcinsel ilişkiler yaşadığı tarih sayfalarında ortaya çıkmaktadır.

İlkçağ toplumlarında eşcinsel ilişkilerin görülmesi ve eşcinsel ilişkilerin anormal olarak değerlendirilmeyişi, heteroseksüellik ve homoseksüellik gibi cinsel kategorilerin olmayışından kaynaklanmaktadır.

Tarihsel olarak bakıldığında, kendi cinsinden olan kişiyle yaşanan ilişkinin tek tanrılı dinlerle birlikte olumsuzlanmaya başladığı görülmektedir.

Hem İslamiyette hem de Hristiyanlıkta kendi cinsinden olana cinsel yönelim lanetlenmiş ve günah kabul edilmiştir. Hristiyan dünyasında eşcinselliğe yönelik Katolik kilisesinin yasakları ve ceza anlamında en olumsuz yaklaşımı Ortaçağda sergilenmiştir.

Rönesans ve Reform hareketleri sonucu toplum üzerindeki din baskısının azalmasıyla Batı’da eşcinselliğin, üzerine atılan günah etiketinden sıyrıldığı görülür.

James M. Saslow, yaşanan bu değişikliği eşcinselliğin geniş çapta gözlemlenebilir ve belgelenebilir bir toplumsal olgu olarak ortaya çıkması diye değerlendirir. Ancak Rönesans’ta yaşanan bu olumlu gelişme uzun sürmez. Günah algısından boşalan yeri hastalık teşhisi alır.

Tarihsel bağlamda Rönesans’tan 20. yüzyıla geçen sürede eşcinsellik hastalık olarak değerlendirilir. 19. yüzyıl eşcinsellik tarihinde önemli bir döneme işaret eder.

1867’de Alman yazar Karl Heinrich Ulrich, ‘eşcinsel’ olduğunu açıklayan ilk kişi olarak kayıtlara geçer. Ulrich’in açıklamasını yaptığı dönemde ne Almancada ne de diğer dillerde bu cinsel davranışı karşılayan bir kelimenin olmayışı dikkat çeker.

Bugün eşcinsellik ya da homoseksüellik olarak kullanılan kelime kaynağını Yunanca ‘homo’ sözcüğünden almaktadır. Yunancada ‘homo’ eş, ‘seksüel’ ise Latince ‘sex’ sözcüğünden türemiş haliyle cins anlamına gelmektedir.

Kelimenin ilk olarak Alman dilinde Homosexualität olarak Ulrich’in açıklamasından iki yıl sonra 1869’da bir hukuk bilgini olan Karl-Maria Kertbeny’nin Prusya’da aynı cinsten kişiler arasındaki ilişkinin suç sayılmasının tartışıldığı dönemde Almanya Adalet Bakanı’na yazdığı broşürde ortaya çıktığı bilinmektedir.

Broşür, Kertbeny’nin kişinin kendi cinsinden olanlara cinsel istek duymasının kalıtsal ve kişiliğin değişmez bir boyutu olduğunu ileri sürmesiyle cinsel yönelim kavramının gelişimi açısından bir mihenk taşıdır.

1886’da ise  Richard vonKrafft-Ebing, homoseksüel ve heteroseksüel terimlerini “PsychopathiaSexualis” isimli eserinde kullanır.

Krafft-Ebing’in bu eserinin 1892 yılında Charles Gilbert Chaddock tarafından İngilizceye çevirisiyle doktorlar arasında popüler olan homoseksüel ve heteroseksüel terimlerinin İngiliz diline girdiğine ve yaygın hale geldiğine inanılır.

19. yüzyılın sonlarında Magnus Hirschfeld’in Berlin’de eşcinsel ve trans bireylerin haklarını savunan ilk örgüt olan Bilimsel-İnsancıl Komite (TheScientificHumanitarianCommittee)’yi kurmasından sonra 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar eşcinsellik hastalık olarak kabul edilmesinin yanı sıra yasal ve sosyal hoşgörüsüzlüğe maruz kalmıştır.

20. yüzyılda Avrupa’da yaşanan olumlu gelişmelerin ilki, 1989’da Danimarka’nın bir ilke imza atarak eşcinsellerin birlikte yaşamasıyla ilgili yasal düzenleme yapmasıdır.

1999’da Avrupa Birliği tarafından kabul edilen Amsterdam Anlaşması cinsel yönelimden açık bir şekilde bahseden ve bir hak olarak koruma altına alınan ilk uluslararası anlaşma olma özelliğini taşır.

Yogyakarta İlkeleri’nin 2007’de kabul edilmesi ve bir yıl sonra Birleşmiş Milletler’in söz konusu alanlardaki deklarasyonu eşcinsellik tarihi açısından diğer önemli gelişmelerdir.

Bu tarihten sonra birçok ülkede eşcinsellere haklar verilmeye ve eşcinsellik yasalarla güvence altına alınmaya devam edilmiştir. Ancak yasal güvence altında da olsa bu ülkelerde toplumsal dışlanmanın önüne geçilememiştir.

Diğer taraftan bugün hala dünyanın en az yetmiş ülkesinde eşcinsellik yasadışı kabul edilmektedir.

Olumlu ilerlemeler kaydediliyor olsa da gelişmelere bütüncül bakıldığında; eşcinselliğin, farklı dönemlerde farklı kültürlerde benzer şekilde olumsuzlandığı anlaşılmaktadır.

Yogyakarta İlkeleri: https://kaosgldernegi.org/images/library/yogyakarta-web.pdf

Kaynak: “Giovanni’nin Odası” Ve “ÇC” İsimli Eserlerde Altkültür Olarak Eşcinselliğin Mekan İmgesi Ekseninde İncelenmesi
Suna AYAN KURDOĞLU

EşcinsellikDove le storie prendono vita. Scoprilo ora