6

94 19 20
                                    

kalktığımda haitham yoktu. nedense şaşıramamıştım, benimle bir sabah geçirme fikri onu rahatsız etmiş olmalıydı. iyiydim zaten, endişelenmesine ve yanımda olmasına gerek yoktu. iyi uyumuştum. kafamdaysa hafif bir sızı dışında ağrı hissetmiyordum, sabah saçlarımı tararken dikkat etmem gerekmişti sadece.

hantal hantal kendime gevrek koyarken dış kapı açıldı. kambur oturuşum anında dikleşmiş, arkasında ses duyan ürkek bir av gibi dikkat kesilmiştim.

haitham içeri girerken "hoş geldin," diye mırıldandım. onun tamamen hazır ve ciddi görünüşüne zıt, hâlâ basit bir tişört ve hafif kabarık saçlarla oturuyordum. yüzümdeki solgun ve keyifsiz ifadeyi saklamadım, kendimi pasaklı bir çocuk gibi hissetmiştim.

"hoş buldum." haitham da anlayamadığım bir şekilde beni uzun uzun inceliyordu. yeni uyandığım çok belliydi muhtemelen.. şaşırmıştı çünkü bu saate kaldığım pek olmazdı. eh, inkar etmeyeceğim, biraz da onunla yüzleşmemek için kendimi uykuya vermiştim.

"nasıl oldun?" diye sordu umursamazca. ben de aynı umursamazlıkla alışkın olduğum her zamanki kelimeleri söyleyiverdim. "iyiyim."

kafasını sallayarak bana az önce eve girerken kullandığı anahtarı uzattı. anlaşılan kararını değiştirmeyi bırak, oyalayamamıştım bile.

"bunu da kaybetme," dedi alayının arkasına gizlediği hüzünle. bakışları yüzüme değil, bana uzattığı anahtara sabitlenmişti.

artık yemek istemediğim kaseyi tek elimde tuttum, diğer avucumu mecburi bir kabullenişle uzattım. "hah, ihtiyacın olacakmış gibi konuştun."

avucuma usulca bırakılan anahtar soğuk değildi, elinde kararsızlıkla sıkıp durduğunu düşünmüştüm istemsizce. hâlâ bir şansım var mıydı?

bana cevap vermediğinde "tek başıma yaşayamam," dedim kafamı eğerek. ani bir hamle olacaktı, hiç de benlik değildi ama.. "tanıdığın varsa yönlendirebilirsin," dedim. "uğraşmak istemeyebilirsin de, ben birkaç güne bulurum herhalde."

"cinsiyeti, yaşı fark etmez."

kaşları önce havalandı, sonra inanamaz bir hâlde çatıldı ama söylemek istediği her şeyi yutmak zorunda kaldı, çünkü olayı buraya getiren oydu ve artık eve kimlerin yerleşeceğine karışamazdı.

bi süre denemesine ve derin nefeslerine rağmen kendini sakinleştiremedi ve sonunda "yoldan geçen herhangi biri de olur yani?" diye patladı. "istersen köprü altı şarapçılarından getireyim?"

"olur. hatta harika olur, gidecek yeri olmadığı için en ufak şeyde beni terk edemez!"

dediğim gibi, kolay öfkelenen bi yanım yoktu ama haitham bam telime basmayı çok iyi biliyordu. kendimi sinir krizi geçiren ergen kızlar gibi hissediyordum, içimden çığlık atıp saçlarımı yolmak falan geliyordu çünkü. kasemi sertçe masaya bırakıp haithamı yol açması için ittim ve odama kapandım.

peşimden gelmemişti.

hiç gelmezdi zaten.

saatlerin ardından hâlâ yatağımda, haitham sanki odamdaymış gibi sırtımı dönmüş, küskün bir hâlde yatıyordum.

gidiyordu işte. ben de burada sessizce ağlayıp duruyordum. düşünüp duruyordum ama dermansız bir hastalık gibiydi bu. ölümün çaresini bulup rüzgâra kaptıran ve ölüp giden adamdım ben. çareyi ellerimde tutamadığım için suçluydum, kabul ediyordum ama rüzgâr bana ikinci bir şansı vermeyecekti, ölüp gidecektim.

gözyaşlarımı sessizce penyemin koluna sildiğim sırada kapım tıklandı. "telefonun çalıp duruyor," diyordu alhaitham. bunun olması mümkün değildi çünkü rahatsız etme moduna almıştım. cevapsız kaldım.

kapım yeniden tıklandı. "müsait misin?"

beni böyle görmesini hiç istememiştim. uyuma taklidi yapsam içeri girmezdi herhalde? son zamanlarda buna çok sığınır olmuştum ama.. kendimi toparlayıp dışarı çıkmayı düşünüyordum zaten. hava kararmaya başlamıştı, gidişini kaçıramazdım.

"kaveh, iyi misin?" uyuduğuma ihtimal vermediğinden endişelenmeye başlamıştı. çalanın kendi telefonu olduğunu ne zaman fark edecekti?

tam içeri gelmesin diye 'o senin telefonun,' diyecektim ki, acil arama listesindeki birkaç kişiyi dışarıda bıraktığımı hatırladım. kapım açıldı, haitham elinde titreşen telefonumla sessizce dikildi, kapıyı yeniden kapatacaktı ki "ver," dedim mırıldanan sesimle.

işle ilgili değildi, sevdiklerimdi ve başlarına bir şey gelmiş olabilirdi. arkamı dönmeden elimi uzattım. telefonu elime koyduktan sonra çıkmayıp tepemde dikilmeye başlamıştı. bu bahaneyle odama girmişken bana veda edecekti anlaşılan.

doğrulup oturdum ve "tighnari?" diye açtım telefonu.

"sonunda!" dedi öfkeyle. "kaç gündür ne halt yiyorsun sen? gece birden kalkıp gittin, sonra da haber alamadık. arayıp duruyorum insan dönmez mi?"

kafam dalgındı. aramaları diğerlerinin arasına karışıp yok olmuş olmalıydı. "üzgünüm," dedim sadece. "haklısın."

daha fazla uzatmadı, ufak bir iç çekişin ardından sesi yumuşamıştı. "iyi misin?" dedi şefkâtle. tighnari.. şu an olmaz.

herhangi bir şefkât zerresi görmesem yine 'iyiyim,' diyip geçebilirdim ama şimdi boğazıma düğümlenmişti.

biraz duraksamanın ve hafif nefeslerimin ardından "ben seni arayacağım," dedim. "özür dilerim." özrüm yaptıklarım için miydi yoksa şu an için mi? çünkü telefonu yüzüne kapatmıştım.

haitham yavaşça yatağıma oturdu. "konuşabilir miyiz?"

gözlerim kapının ağzındaki bavula kaydı. "konuşmaya gerek yok," dedim acı içinde. "her detayı düşünmüşsün. bana anlatmadan da uygulayabilirsin, itirazlarım bir şeyi değiştirmiyor nasıl olsa."

beni duymazdan gelerek "sözleşmeyi sana devrettim," dedi. avcuma bıraktığı andan beri elimde tuttuğum anahtarı yatağımın örtüsüyle birlikte sıktım.

"iyi, git haitham." kafam önüme eğilmiş, saçlarım yüzümü kapatırken ellerim sinirden titriyordu. sesimse odada boğulup gidiyordu benim gibi. "konuşmayı bu kadar önemsiyor olsaydın her şeyi içinde biriktirip son raddede ağzını açmazdın. şimdi bana rol kesme."

"ama benim içim rahat olacak biliyor musun, hatalar yapmış olabilirim, yine de sana karşı hep açık ve dürüst oldum. ilk andan beri gitmeni istemiyorum diyorum, konuşmaya çalışıyorum.." biraz kendime acıyarak güldüm ve kafamı nihayet kaldırdım. sanki taşa konuşuyordum. "bir şeyleri değiştirmeye çalışıyorum."

"ama anladım, sana ulaşmamın bir yolu yok." sesim yükselmeye başlıyordu, çıldırmıştım. haitham'ın omzundan destek alarak yatağımda ayağa kalktım. gözüm dün yalandan toparladığım eşyalarındaydı. çantaya ulaşıp kapının ağzına taşıdım, bavulunun üstüne koydum. "öyleyse bi daha beni merak etme, benim için endişelenme, öldüğümü düşünsen bile bana dönme."

"bunları kabul edebiliyor musun?"

konuşmadı. üstelersem alacağım cevaptan korkup ben de ikinci kez sormadım.

"terk edip gitmek, kestirip atmak ne kadar kolay." şaşkına dönmüş hâlde, nefes nefese kalmış gibi bana bakıyordu. anahtarını yüzüne fırlattım, kafasını refleksle yana çevirdiğinde yanağına çarpıp yere düşmüştü. "geride kalan olmak nasılmış bir de onun tadına bak. evin senin olsun haitham, bu kadar istiyorsan ben giderim."

"kaveh, kendine gel!"

arkamdan ayaklanıyordu ki ceketimi kaptığım an evden ok gibi fırladım. telefonumu bile almamıştım yanıma, kalabalık görünen çevremde aslında gidecek bir yerim bile yoktu. en azından hiçbirine gitmek istemiyordum.. ben ne yapmıştım?

broken home | haikavehWhere stories live. Discover now