7

109 21 30
                                    

etraf kısa süre içinde kararmıştı. hava yağmurlu olduğu için insanlar şemsiyeli ya da şemsiyesiz fark etmez, koşar adımlarla evlerine varmaya çalışıyordu. onları izlerken içimdeki boşluk büyüdü, evim olsa ben de koşabilirdim belki.

sokaklar boşalıp da tek tük insan kalınca kendimi çevredeki en büyük parkta buldum. eskiden bazı günler haithamla buraya gelip dondurma yer, bisiklet sürerdik. sonra bir örtü sererdim ve haitham kitap okurken yanına uzanır bir şeyler yerdim. sıkılınca iğrenç bir şarkı açardım, rahatsız olur ve kapatmamı isterdi ama reddederdim. kulaklıklarını takmaya çalışırdı, engel olurdum; kendimi dizlerine atardım ve ilgi isteyen bir kedi gibi ona sokulurdum. gülüşünü hâlâ görebildiğim zamanlardı.

bir zamanlar güneşti ve kavruluyordum bu salıncakta. şimdiyse karanlık ve ıslaktı. gerçeğe dönüşüm, dönüşten çok bir çöküş olmuştu.

omuzlarımı düşürdüm, kendimi sallamayacaktım bile. boş boş burada ne kadar duracaktım bilmiyordum doğrusu. sadece ben eve gitmediğim sürece haitham evden gidemezdi, bunu biliyordum. anahtarım bile yoktu sonuçta.

anahtarı yüzüne fırlattığım aklıma gelince dudağımı dişledim. ya gözüne falan gelseydi? bir daha ne olursa olsun kafasını hedef almayacaktım. pişmanlıkla tüylerim ürperirken teselli edercesine kendime sarıldım.

iyi mi yapmıştım kötü mü, bilmiyordum. "yine de denediğim farklı bir yol oldu en azından," diye kendimi rahatlattım. içimde kalmasından iyiydi. hem ben de ufak bir yönden haklıydım, bizim için hiç savaşmamıştı.

kendi içinde dünyaların savaşını vermeyi benimle gireceği bir savaşa tercih etmişti gerçekten de. yine ağlamaya başladım. bunlar durulduktan sonra uzun bir zaman ağlayabileceğimi sanmıyordum.

"belki de artık sevmiyor, olamaz mı?"

olabilirdi tabii, öyleyse yaptığım her şey boştu zaten.

ama haitham sevmiyorsa dahi tanrı beni seviyor olmalıydı ki tam en karamsar düşüncelerimle boğulurken biri önümde dikilip salıncağımın demirlerini tuttu.

ben daha yüzüne bakamadan doğruca "eve gidiyoruz," dedi dişlerinin arasından. gelen haitham'dan başkası değildi. benim kadar ıslanmış görünüyordu ve oldukça öfkeliydi.

sarsılan salıncağımın demirlerine yapıştım. arkamdan o da çıkmış, bunca zaman beni aramıştı yani. kafamı onu görebilmek için kaldırdım.

"elinden bir an olsun düşmeyen telefonunu evde bırakacak zamanı mı buldun?" bileğimden çekti ve beni tutunduğum demirden ayırıp telefonumu vurur gibi elime bıraktı. bana bağırıyordu ama etrafta kimse olmadığı için önemsemedim.

"endişelenmeyecektin haitham," dedim dümdüz. "arkanda bıraktığın biriyim ben, arkana bakmayacaksın o zaman."

bu kez de diğer bileğimi kavramıştı. onu ilk kez bu kadar çileden çıkarmayı başarmıştım. dişlerinin arasından "sabrımı zorlama," dedi.

"aynısını sen yaparken iyi ama değil mi! git evine haitham, sarhoşsun."

inanamaz tavrıyla yüzüme yaklaşıp "misilleme yapmak istediğinden emin misin?" dedi tehditkâr bir tavırla. "önümüzdeki haftalar boyunca evde olmayışımı garantilemiş olursun çünkü."

sonunda oluyordu. kabuğunu kırmıştım ve kötü de olsa bir duygu belirtisi alıyordum. dolu dolu gözlerimle dibimdeki yüzüne sessizce baktım, içten içe gerçekten mutluydum. tartışmak sessizlikten ve kayıtsızlıktan iyiydi, en azından hâlâ yapılabilecek bir şeyler olduğunu düşündürüyordu bana.

"misilleme yapmak isteyen sensin," dedim sakin yaklaşmayı deneyerek. gözlerime bakınca yüz ifadesi yumuşamıştı ve önümde iki büklüm durmaya devam etmesi çok tatlı gelmişti. "yalnız kaldın, şimdi de yalnız bırakıyorsun."

"seni cezalandırmak gibi bir niyetim hiçbir zaman olmadı, sadece düzeleceğine inancım kalmadı kaveh, anlıyor musun? senin etrafındaki bu kalabalık dinmeyecek ve benim sesim her seferinde hepsinin arasında yok olup gidecek. senin için yanındaki insandan çok dışarıdaki önemli. konuşmadığımı, çözmeye çalışmadığımı iddia ediyorsun. aksine, o kadar konuştum ki, hiçbirini önemsememişsin. bunun farkına varmak daha da kötü."

kaşlarını çatmış, elinde tuttuğu bileğimi neden yaptığını bilmeden sallayarak konuşuyordu. onun için de zordu, benim yüzümden ikimiz de ne hâle düşmüştük.

haklıydı yapmam gerekenleri zamanında yapamamıştım belki, ama şimdiye bakınca telafi etmenin bir yolu da görünmüyordu. konuşup onu ikna edebilmek için her şeyim verebilirdim. "kelimelerin, hislerin bana ulaşmadığı için üzgünüm," diyebilirdim. ben her türlü hatamı kabul ediyordum zaten ama işin ciddiyetini daha erken anlayamamıştım.

ne yazık ki tüm bu açıklama cümlelerinin arasında kayboldum ve ağlayışlarımın arasından verecek bir cevap bulamadım. sonunda böyle olmayacağını anladım, aklımdaki karmaşayı bir kenara attım. bırakmadığı bileğime rağmen yüzüne uzanıp "haitham, seni seviyorum," diyebildim. içim hâlâ anahtarın denk geldiği elmacık kemiğine gidiyordu, baş parmağımla af dileyerek okşadım. "lütfen.. düzeltebiliriz."

bakışlarında görüyordum. beni affedemiyordu, bana inanmıyordu ama o da beni seviyordu. ani bir cesaretle kalkıp ellerimin arasındaki yüzünü kendime doğru çektim ve dudaklarını öptüm.

salıncak yeniden bana çarpıp yalpalamama sebep olduğunda beni hiç tereddüt etmeden, alışkın olduğum şekilde belimden kavradı, düşmeme izin vermedi. minnet ve özlemle kendimi ona yasladım, öpüşüme kısa bir an için karşılık vermişti.

hemen sonraysa kendine geldi. dudaklarımdan hafif bir sesle ayrıldı ve bir adım geriye çekildi. kendini güçlükle kontrol ettiği belliyken, canını elimden zor kurtarmış gibi "kaveh," dedi.

"bitti, düzeltemeyiz."

gece ilerlemeye devam etmişti, ama ben orada kalmıştım. sonrasında ne olduğu gerçekten bulanık. eve birlikte döndüğümüzü hatırlıyorum. kaynar suyla yıkandım, üstümü kalın giyindim, yatağıma girdim ve sıkı sıkı örtündüm ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım yine de ısınamadım.

broken home | haikavehWhere stories live. Discover now