eski şehre doğru

214 18 2
                                    

Üykül atını dörtnala koştururken arkasında yol arkadaşları kararlı yüz ifadeleriyle onu takip ediyorlardı. Nultas’tan aldıkları bilgilere göre “eski şehir” olarak bilinen şehre gideceklerdi, Issla denen bekçi ile yüzleşecekler ve böylelikle lanetli topraklara veya asıl adıyla Apsny’a gireceklerdi. Herkesin aklında bu Apsıny denen bölgenin nasıl bir bölge olduğu vardı ancak Nultas’ın anlattığına göre oraya girilememesinin sebebi sadece bu Issla denen varlıktı. Bu varlık nasıl özelliklerse gösteriyorsa gösteriyordu ve insanları delirtebiliyordu veya öldürebiliyordu. Bu zamana kadar hiç kimsenin Apsıny’a girememesinin tek sebebinin Issla olduğunu düşünüyorlardı bu yüzden. Üykül’ün ise aklında kesinlikle farklı sorular vardı: en son sinirlendiğinde neden sahipler dahil herkes enerjilerinin kaybolduğunu hissetmişti ve neden Kedil –deyim yerindeyse- eriyerek ölmüştü…
“Prens Üykül…”
“efendim Ennab”
“sanırım farkında değilsiniz, dövmeniz kaşınıyor”
“cidden fark etmemişim sen nerden bildin?”
“baykuşun nimetleri diyelim”
“yok artık…”
Üykül’ün yok artık demesi ve atının mahmuzlarını sertçe çekerek durmasıyla arkasındaki sahipler yani Ritka, Ennab ve Niran da aynı şekilde durmuştu. Bunun tek sebebi ise en son sefer dövmesi kaşındığında ejderha ile yüzleşmiş olmasıydı. Buz kesen rüzgara; kar bürümüş bozkıra bir de ek olarak korkunun soğuğu gençlerin bedenini sarmalamıştı bile. Ama uzunca bir süredir ne ejderha görmüşlerdi ne de gelen bilgilerde ejderhalarla alakalı bahsedilen bir şey duymuşlardı. Yine de hiç kimsenin tedbiri bırakmak gibi bir niyeti yoktu. Bu yüzden de Ritka kılıcını Ennab da yayını hazırlamıştı; Niran’ın ise değişen saçlarından bir çarpışmaya hazır olduğu belli olmuştu: gün düşüp gece yükselirken Niran ve Ennab’ın etrafına ışıklar yayılıyordu…
“burada korunaklı bir yer bularak dinlensek iyi olacak, bu esnada da ortalıkta veya yakınlarda her hangi bir şey var mı emin oluruz.”
“Üykül, şurada bir dizi kaya var bu bozkırda en güvenli yer sanırım orası olur.” Tam o tarafa doğru yöneleceklerken Üykül yine olduğu yere çakılıp kalmıştı:
“yok katırın dölü artık ya – gençler sanırım o ‘kayalar’ kaşınmama sebep oluyor”
“kolayı var Prens hazretleri” Ennab bir anda kayalara doğru bir ok fırlatmıştı bile. Ama bu şaşkınlıkların sadece başlangıcı olmuştu. Kaya, elini Ennab’ın okuna doğru sallamıştı ve saf enerjiden oluşan oku sanki bir sineği kovalarmışçasına etkisiz hale getirmişti. Sonrasında ise ilk önce soluna doğru dönmüştü hem de doğrulmak için ellerinden destek almaya başlamıştı.
Karşılarındaki her ne ise, kesinlikle bir dağ trolünden daha iri olduğu aşikârdı: sonuç olarak dört genç atlarını ve kendilerini bu kayanın yanına getirerek dinlenmeyi planlamışlardı. Yan yatarken gövdesinin genişliği nereden bakılsa iki at yüksekliğindeydi: buna ait olan bedenin ayağa kalktığında ne büyüklükte olacağını kestirememişlerdi bile.
“her neyse, en azından ejderha değilmiş…”
“çok iyimser gördüm seni Üykül.”
“bir an korkmadım desem yalan olur Ritka…” ama erken konuşmuştu Üykül zira, kaya zannettikleri şey ayağa kalktığı zaman nerdeyse yirmi-yirmi bir metre uzunluğunda, yani dağ trolünün neredeyse üç katı kadar olduğunu üzülerek fark etmişti. Sonra üç arkadaşına doğru dönerek karanlıkta kimsenin fark etmediği bir piç gülümsemesi takınmıştı,
“eee uzun zamandan beri eğitim yapmamıştık öyle degil mi gençler?”
“yuh artık, sahipleri mi test edeceksin sığır?”
“hee, nolmuş daha önce böyle bir şeyle kapışmadınız ve gücünüzü henüz net olarak kullanamıyorsunuz –“
“neden kullanamıyor –“
“kimdir o ki beni uykumdan etti” genç sahipler Üykül’ün sözlerini düşünürlerken bir taraftan da kendi kendine gerinen devi izlemekle meşguldüler. Üykül, onların güçlerini tam anlamıyla kullanamadıklarını fark etmiş olsa da neden kullanamadıkları ile alakalı ne ufak bir fikri henüz yoktu. Ama sonuç olarak Ritka, sahipten de üstün bir seviyeye çıkmıştı; Ennab ve Niran ise sahiplerin sahipleri olan kimselere bile çok rahat kafa tutabiliyorlardı. Yine de her nasılsa Nira ordusuna karşı bu üçü savaştıklarında o kadar da güçlü görünmemişlerdi. Bu esnada gerinme hareketlerini bitirmiş olan dev gençlere doğru ağır adımlarla yürümeye başlamıştı bile. Aralarındaki mesafe rahat elli metreyken ve dev herhangi bir güç kullanmazken bile gençler ayaklarının altında bariz bir titreme hissediyorlardı.
“sanırım başımız –“
“yok Niran belada falan değil, sadece zorlu bir rakip: sizin sahiplerin sahibi olmanız dolayısıyla görmeniz gereken bir durum var sadece. Karşımızdaki mahluk bir dev ve normal bir insanın en iyi ihtimalle on katı. Ama vücut yoğunluğu o kadar fazla ki sıradan bir yürüyüşte bile bir sarsıntıya sebep oluyor –“
“hayır Üykül, karşımızdaki mahluk ‘enerji kullanmadığı bir durumdayken bile’ enerji kullanıyor –“
“o zaman boku yediniz” Üykül her ne kadar eğlenmiş görünse de bu sadece tedirginliğini gizleme şekliydi. Aklına Ritka’nın söyledikleri takılmış bir halde Ritka’nın gözünden deve baktı. Gerçekten de dev fiziksel kuvvetinin yanı sıra kendince ‘hafif’ olarak nitelendirilebilecek bir enerji kullanarak hareket ediyordu. Tabi bu arada da mesafe yarıdan daha aza düşmüştü bile. Üykül müdahale etmeyi düşünürken Niran ona ters bir bakış atmakla yetindi.
-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*
Niran Ennab ve Ritka, üçü de Theshup gibi sahiplerin sahibiydi; ya da İklebe gibi. Yani bilginin; doğanın; gecenin ve gündüzün akla gelebilecek bir sürü şeyin sahibiydiler. Ama şu anda karşılarında duran deve karşı ne yapabilecekleri konusunda net bir fikirleri yoktu. Zira normal şartlar altında insanlar enerjilerini kullanmak için yönlendirirlerdi ancak bu mahluk en temel hareketinde bile enerji kullanıyordu. Bu durumun normalde onun aleyhine olması beklenirdi zira sahiplerin bile enerjileri sınırsız değildi, sahip olmayan bir kimsenin basit bir hareket için bile enerji kullanması mantıksızdı. Tabi enerjisini kaybetmek gibi bir korkusu yoksa,
“Ben Sahibe Ennab, size nasıl hitap edebilirim?”
“ahhhh –mahluk uyku mahmurluğunu henüz üzerinden atamamıştı, alenen esniyordu- bana ok atan densiz sen misin?”
“gençler fark ettiniz mi bilmiyorum ama temel hareketlerinin tamamında enerjiyi, insanlara emanet edilen enerjiyi, kullanan bir mahluk var –“
“bu yüzden de bağ ile konuşuyorsun degil mi Ennab?”
“evet de sorunumuzun farkında mısınız? Hayvan konuşurken bile enerji kullanıyor: Üykül bunun enerjisini görebiliyor musun?”
“Ritka’nın gözünden bakarsam görebiliyorum. Ama korkulacak bir durum olduğunu sanmıyorum –“
“yuh Üykül bu karşı –“
“laştıgımız hiçbir şeye benzemiyor doğru, bence sizin tam olarak güçlerinizi kullanamama sebebiniz de bu –“
“idrak edemiyoruz”
“aynen Ritka –“
“iyi de – şimdi –“
“aslında her şey çok basit Niran –“
“devin kullandığı enerji bizdeki –yani daha önceden olduğu gibi emanet olan; gelişmeyi güçlenmeyi savaşmayı sağlayan –“
“bir enerji degil Ennab; bu yüzden de normal bir insanın yaptığı rutin işlerde yorulduğu gibi –“
“yorulabilir, yani enerjisini kullanarak bitirmiş olabilir Niran –“
“ama bu bizim kurtulacağımız anlamına gelmez, zira –“ Ennab sözünü tamamlayamamıştı zira dev aradaki mesafeyi on metreye düşürdüğünde tüm sesiyle gürlemiş ve geriden gelen sağ ayağını sol ayağından aldığı destekle tüm gücüyle yere vurmuştu. Ennab’ın şaşkınlığı azalmadan devam ediyordu. Çünkü hayvan yere vurduğu anda herkes yürüyüşünden daha büyük bir şiddetle gelecek bir sallantı beklemişti ama gelen şey sallantıdan ziyade gürleyen; sel gibi önüne her şeyi katıp ilerleyen karlarla karışarak gürleyen bir toprak dalgası oluşmuştu. Ancak bu toprak dalgası yerde oluşan çukurdan oluşmuş bir dalga değildi…
“ooo toprağın sahibi mi oluyor bu şimdi?” Ennab şu anda bu gibi şeylere kafa yormaktan ziyade gelen saldırının büyüklüğünü incelemekle meşguldü: son anda dumanlaşarak Niran’la beraber devin arkasına geçmeyi akıl edebilmişlerdi. Bu gibi yetenekleri olmamış olsa muhtemelen devin ilk saldırısında ciddi manada yaralanabilirlerdi. Zira oluşan toprak dalgası her şeyi alenen törpüleyerek ilerlemişti. Dev, bir sahip değildi ama toprağı kullanabiliyordu. Bu yüzden Ennab ilk olarak onun toprakla olan bağlantısını kesmeye karar verdi. Ancak bunu yapmak için biraz gecikmişti, çünkü Ritka, Ennab ve Niran’dan farklı olarak yaratığın arkasında değil yirmi otuz metre kadar arkasında ve yukarısında belirmişti. Sonrasında da hilal kesiği saldırısına başlamıştı. Yaptığı saldırıda veya saldırının zamanlamasında her hangi bir hata olmamasına rağmen elindeki kılıcın bir sahibin saldırısı karşısında ne gibi tepki verebileceğini hesaplamamıştı muhtemelen. Sonuç olarak, hilalin en geniş noktası devin kafasıyla omurgasının başladığı yer olarak saldırısına başlamıştı. Her ne kadar mesafe yirmi otuz metre kadar olsa da Ritkanın kullandığı dehşetengiz enerji dolayısıyla ve ulaştığı hız dolayısıyla, kılıç göz açıp kapatmadan arkasında bir alev demeti bırakarak devin kafasına çarpmıştı. Ennab, Ritka’ya karşı zaten boş değildi ama şu anda gördüğü manzara neticesinde Ritka’ya karşı hisleri daha bir büyümüştü: zira Ritka elindeki kılıcıyla bir saldırı yapıyor olmaktan ziyade elinde tuttuğu kuyruklu yıldızı devin kafasında patlatmış gibi bir görüntü oluşturmuştu.
Darbe o kadar şiddetliydi ki devin kafasında alenen bir enerji patlaması oluşturmuştu. Küre şeklinde genişleyerek yayılan bu patlama neticesinde çarpıştıkları bölgede bir tipi başlamıştı, asırlık ağaçlar patlamanın etkisiyle parçalanmıştı; patlama yerle temas ettiği anda ise önce karlar erimiş sonrasında toprak kütleleri yerden metrelerce yukarı ve ileri fırlamıştı… Bir az önce devin saldırısıyla karla karışarak savrulan toprak, Ritkanın yaptığı saldırının ısısından dolayı kuruyarak taşlaşmıştı hatta yer yer cama dönmüştü. Gürültülü ve sert bir şekilde yere devrilen dev, ufak çaplı bir sarsıntıya sebep olmuştu. Gırtlağından gelen bir hırlama sesinden sonra kafasından akan kanlarla ortalık koyu bir kızıla kesilmişti. Gergin geçen birkaç dakikalık bekleyişin ardından dev homurdanarak ve sap elinden destek alarak ayağa kalkmaya çalışmıştı. Sendelemesi geçer gibi olduğunda hızlı bir hareketle saldırının geldiği tarafa döndüğünde ise tekrar sendelemiş dengesiz adımlarla gençlere doğru yürümeye çalışmıştı,
“sizi küçümsemekte hata etmişim – ımmpghh – Antrlar bile sizden …. Ahhh –“
“ne dedi anlamadım ben?”
“Antrlar bile bir dönem insanlardan korkmuşlar Ritka, hatırlamıyor musun Theshup anlatmış –“ Ennab cümlesini tamamlayamadan dev ikinci kez saldırıya geçmişti: elinin tersiyle yaptığı bu saldırı neticesinde şiddetli bir rüzgar esmişti ve hala ayakta kalmış birkaç ağacı da bu rüzgar devirmişti.
“hanımlar kılıcım haşat oldu –“ bu sefer cümlesini tamamlamadan Niran saldırıya geçmişti ‘çok oyalandık’ gibi bir şeyi ağzında gevelemişti sadece. Ennab druid saldırıları konusunda çok geniş çaplı bir bilgiye sahip olmasa da bu saldırının gemide yaptığı saldırıya benzer bir saldırı olduğunu az çok fark etmişti. Bu sebepten dolayı da Ritka ve Ennab saldırının olduğu bölgeden olabildiğince uzaklaşmışlardı bile. Üykül ise durduğu yerden hala neler olduğunu izlemekle meşguldü. Bu seferki patlama gemideki gibi değil de bir dizi seri patlamalar halinde gerçekleşmişti ve her biri bir öncekinden daha etkili gibi bir izlenim oluşturuyordu. Ancak olan durum bundan daha basitti: tam da bir sahibeye yakışan bir şekilde Niran patlamaların belirli bir eşzaman içerisinde gerçekleşmesini sağlayarak tahrip ve etkiyi büyütmüştü. Dev ise sağ elinin tersiyle saldırarak gövdesini olduğu gibi açıkta bırakmanın ne büyük bir hata olduğunu zor yoldan öğrenmişti. Ennab kafasını Niran’ın olduğu çevirdiği zaman ise şaşkınlığını gizleyememişti,
“haa”
“noldu Ennab?”
“Niran –“
“oha o ne öyle” Ritka cümlesini tamamladığı anda Niran’dan ikinci saldırı gelmişti: yıldız ışığı saldırısı. Ennab bir biri içerisine geçmiş bir dizi rünü hayranlıkla izlerken rünler devin gövdesine temas ettiği anda parlak beyaz bir ışık yayılmıştı ve dev öldüğünü bile fark edemeden devrilmişti. Gövdesinde ise koca bir delik vardı: deliğin haricinde ne bir yanık ne de dökülen organlar, alenen saldırıyı yaptığı noktayı buharlaştırmıştı Niran ışık saldırısı yok olmuş olsa da Niran’ın yıldız gibi parıldayan saçları düşen güneşin yerine ortamı aydınlatıyordu…
“iyisi mi sizlere sağlam silahlar yapalım gençler ne dersiniz?”
-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-*-
Sevgili günlük,
Uzun bir aradan sonra ilk kez ülkemi terk etmiş bulunuyorum. Genç sahiplerle beraber antrların topraklarının giriş kapısı olduğunu öğrendiğimiz “eski şehir”e gidiyoruz. Gönül isterdi ki Rumzer’de biraz zaman geçireyim ama her hangi bir şey için maalesef zamanımız yok. Nubdu topraklarını terk edeli birkaç gün oldu ve Nultas’ın verdiği bilgilere göre gideceğimiz yere kadar halen birkaç günlük yolumuz var. Yazamadığım günler içerisinde bir sürü olay yaşadık, bunlardan belki de en basit olan Ritka, Ennab ve Niran’ın ilk gerçek savaşları oldu: sayıları yarım milyona yakın Nira askerini gözlerini kırpmadan katlettiler. Tamam abartmış olabilirim belki de kendileri için ilk olmasından dolayı baya zorlandılar ama sonuç olarak galip geldiler. Hem de düşmanı yok ederek…
Normal şartlar altında Ritka’nın kendisi bile, sahip ötesi bir seviyeye çıktığı için, Nira ordusuyla tek başına mücadele edebilmeliydi. Ancak savaş alanında karşılaştığımız durum, bizlerin Nira ordusunu ve gücünü hafife aldığımızı gösterdi. Zira, Nira askerleri bizim kendimize has geliştirdiğimiz yöntemler gibi yöntemler geliştirmişler ve ordu düzeyinde –okçu; piyade ve süvari fark etmeksizin, bütünleşik enerji kullanarak savunma ve saldırı yapmışlardı. Sahiplerin sahibi veya sahip ötesi olarak çok güçlü olsalar da –ateş karıncalarında olduğu gibi, Nira ordusunun bu bütünleşik stratejileri onları gayet zorladı.
Yine de ben bu zorlanmanın tek sebebini Nira ordusunun hareket tarzı olarak görmüyorum. Gençler her ne kadar sahiplerin sahibi olsalar bile güçlerini tam anlamıyla kullanamıyorlar veya kullanımları içinde bulundukları ruh haline göre değişiklik gösteriyor. Ritka, Theshup’la mücade ederken kullandığı enerji ve buna bağlı olarak ortaya çıkan güç nira ile yapılan savaştan kat be kat yüksekti. Gerçi sonrasında bir dev’e karşı yapmış oldukları mücadelede güçlerini nasıl kullanabildiklerini çok iyi bir şekilde gösterdiler. Ritka öyle bir kılıç saldırısı yaptı ki, elindeki kılıç gökten düşen bir kaya gibi devin kafasında patladığı zaman etrafımızda yer yer camlar oluştu. Tabi normalde kılıç saldırısı olması gereken bir saldırı, kılıç olmadığı için istediği etkiyi veremedi. Ben de bu yüzden onlara yeni silahlar yapma sözü verdim. Şu anda bu satırları başka bir diyarda; başka bir boyutta yazıyorum. Bizim dünyamızdan kat ve kat daha büyük olan bu dünyada elle tutulur bir huzur doluyor insanın içine… Her neyse duygusal bir insan olsam muhtemelen insanların refahı için kendimi parçalatmak yerine Niran’a olan duygularımı kendisine söylerdim sanırım. Yazdıklarım hoşuma gitmedi: bir prens olarak ülkemi ve halkımı; gelecek olan savaşları ve yaşanması muhtemel felaketleri her şeyden önde tutmalıyım. Ama eğer bir gün içinde bulunduğumuz durumdan kurtulabilirsem – dedim ama ölmezsem diye eklemeyi unutmamak lazım, Niran’a onu gördüğüm zaman içimin kıpır kıpır ettiğini söyleyeceğim. Umarım o günü görebiliriz…
Gel gelelim asıl mevzulara: babamın ittifakı ve benim gizli ittifakım ejderhaların ve antrların bu diyarlardan sürmüş olduğu diğer mahlukların işin içine girmemiş olması durumunda gayet işe yarar bir stratejiydi. Ancak sonradan Theshup’un verdiği haber ve İklebe’nin verdiği bilgi dolayısıyla bu savaşın tüm dünya için bir yıkım olabileceğini düşünmeye başladım. Gayru Prensi ve Prensesinin vermiş olduğu bilgiler dolayısıyla en başından beri Darius’u tahttan indirmek gibi bir planım vardı ve bunu uzun vadede –tıpkı gayruluların Nultas’ı gizliden işleyerek öz kardeşini öldürtmesi gibi, uzun bir vadede yapmayı planlamıştım. Nultas’a kancayı bu yüzden atmıştım ilk başlarda…
Tabi anlatmadığım bir durum var burada: Nultas’a Darius’u nasıl öldürteceğim. Arbutay denen hainin Nultas aşkını gördüğüm zaman ona ceza vermek amacıyla bir büyü yapmıştım. Sonuç olarak Arbutay, Nultas’a tecavüz ettiğimi görmüştü. Ama sonradan fark ettim ki bu sadece Arbutay’ın gördüğü bir büyü değilmiş. Ben büyüyü yaptığım zaman gerçekten Nultas’ın bilincine bir şekilde erişerek onun bilincini de bu büyüye dahil etmişim. Tabi ben kendimden biliyordum bunların hepsini ama maalesef öyle değilmiş. Bunu da Arbutay’a işkence ederken fark etmiştim: aslında aşk veya sevgi artık adına her ne derseniz deyin, bu duygu o kadar güçlü bir duyguydu ki benim büyülerimle birleştiği zaman Nultas’ı bilincinden çıkartmayı başarabilmiştim. Miriz’de bunu defalarca kez deneyip başarılı olamadığımda konunun benle degil de Arbutay’ın duygularıyla alakalı olduğunu üzülerek fark etmiştim.
Tabi üzülerek ifadesi basit bir tabir. Sonrasında ise farklı metodlar ve büyüler hazırlayarak Arbutay’ı yüzüğüme hapsettim ki, istediğim zaman Nultas’a ulaşabileyim. Sonrasında genel olarak Nultas’ı izlemiştim. Sonrasında Nultas, eksi şehre doğru harekete geçtiğinde ilk kez onunla bilmediği bir surette konuştum ve Mumakhil’i yenmelerine yardımcı oldum. Zira, Darius yerine geçebilecek kişinin askerlerin saygısını kazanması gerekiyordu ki planım gayet güzel işledi. Ne olduysa bundan sonra oldu: bir şekilde başka “sahipler” Nultas’ı fark etti ve onunla etkileşime geçti. Her neyse ben sadece Nultas’ın güçlenmesini istiyordum ama işin içerisine başka sahipler girince Nultas’ı istemeden de olsa alem atlatmak zorunda kaldık. Bu arada diğer sahipler de Theshup ve arkadaşlarını, tahmin edebileceğin gibi, tanıyorlarmış. Nultas artık bir sahip ve anladığım kadarıyla onu o seviyeye çıkartan ben olduğum için bir şekilde bana bağlıymış veya öyle bir şeyler. İşime gelen bir durum olduğunu biliyorum sadece: Nultas’ı babasını tahttan indirmek üzere Nira’ya geri gönderdim ve karşılığında vereceğim tek şey aramızdaki bu bağı kaldırmak: onu azat etmek…
Tabi Nultas’ı tahta geçirmek istememin tek sebebi var: büyük savaşı başlamadan bitirmek. Böylelikle az önce bahsettiğim ejderha harici mahlukata karşı bir savaşta başarı şansımız olabilir. Bugün gördüğümüz dev’in tek olmadığı ihtimalini düşünmek bile yüreğimi daraltıyor çünkü: bir dev ordusu karşısında ancak bir bilge ordusuyla durabiliriz sanırım…
Şu anda bu satırları başka bir diyardan yazıyorum günlük. Çünkü arkadaşlarımın silahlara ihtiyaçları var ve ben bu silahları onlara vermek istiyorum. Ama ejderhaların gövdesinden çıkarttığım kemik ve eriyik metallerden işlediğim bir maddeden yaptığımı; ejderha pullarıyla güçlendirdiğimi onlara söyleyemeyeceğim için buradayım. Ve şu anda aklıma takılan bir tek soru var: onların koca bir ejderhanın kaybolan cesedini fark etmemesi gibi, benim de fark etmediğim bir şeyler acaba olabilir mi? Eğer ben bir şeyleri gözden kaçırıyorsam muhtemelen başımıza çok büyük belalar gelecektir. Her neyse, Ritka için bir kılıç; Ennab için iki kısa kılıç, Niran içinse bir kısa kılıç dövdüm. Şu anda burada aylar harcamış olsam da sanırım onların olduğu diyarda daha ancak saatler geçmiştir…”

ejderha günceleriHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin