beş

239 19 7
                                    

Akşam yemeğini de yalnız geçireceğimi düşünüyordum.

Ama tam yediye on varken kapı çaldı. Çocuklara kapıyı açtıktan sonra bir korna sesi duysam da kafamı uzatıp bakmadım, ben dışarıyla bağlantımızı kestikten hemen sonra da sokaktan bir motor sesi yükseldi. Çoktan hazırlamış olduğum sofraya, babamın yerini boş bırakarak oturdum. Jane karşıma, Jake hemen yanıma oturdu. Babam akşam yemeği için özür dileyerek beni aramış, emekli olduğu iş yerinde ki arkadaşlarının davetine katılmak zorunda kalmıştı.Çocuklar seviyor diye alışkın olduğum bir Çin yemeği yapmış, Yunanistan'da öğrendiğim bir çorbayı pişirmiş ve tüm gün can sıkıntısından patlayınca birde birkaç çeşit pasta yapmıştım. Jake iştahla masaya bakınırken Jane sadece tabağına koyduğum şeyleri didikliyordu. Yüzünde kocaman bir gülüş vardı. İkisi de suskunluk yemini etmiş gibiydi ama ortaya bombayı atınca aynı anda konuşmaya başladılar. "Nasıl geçti?"

"Efsaneydi."

"İğrençti."

Kaşlarımı kaldırıp sadece Jane'e kulak verdim. "Efsane ha? Anlatmak ister misin, neler yaptınız?"

"Önce gidip kahvaltı yaptık. Çok güzel bir şey yedim. Çıtır çıtırdı, içinden çikolata çıkıyordu ama adını unuttum. Babamda ondan yedi. Birde kahvaltıya nişanlısı geldi, onunla da tanıştık. Görmen lazım, o kadar güzel bir kadın ki." Derin bir iç çekti. "Upuzun saçları var, aynı prensesler gibi. Birde çok güzel giyiniyor, görünce cidden manken sandım. Bir ara onu da yapmış ama ünlü olmak çok sıkıcıymış, öyle dedi."

"O kadar kasıntı bir kadın ki," diye mırıldandı Jake. "Pankeklerden birini suratına yapıştırmamak için zor durdum."

Jane gözlerini devirdi. "Çok iyi bir kadın. Benimle çok güzel sohbet etti. Hem babamı da çok seviyor, babamda onu seviyor. Sen sadece kıskanıyorsun."

"Seni bu kadar mutlu eden ne onu anlamadım. İki gün sonra eve döndüğün de o ikisi kalacak, sende evde oturup ağlayacaksın."

Konuyu değiştirmek için el çırptım. "Efsane bir pasta yaptım. Frambuazlı. Ben gelene kadar tabağınızı bitirin de hemen yiyelim." Mutfağa gidip elimde pastayla döndüm ama ikisi de beni bekliyor gibi tabaklarına hiç dokunmadan oturuyorlardı. "Yemek istemiyor musunuz?"

"Babam Amerika'ya dönmeyeceğimizi söyledi."

"Evimiz Amerika'da," diye fısıldadım.

Öyle yorgundum ki! Sanki bir anda nasıl anne olunduğunu unutmuştum. İçimden hiç alttan almak, hiç içime atmak gelmiyordu. Çocukların psikolojisinin ne olacağını umursamadan ağzıma geleni saymak istiyordum. Bunca zaman hep ben halletmiştim. Hep ben idare etmiştim. Hep ben çalışmıştım. Aynı anda üç işte çalışıp onlara istedikleri her şeyi almaya çalışmıştım, hiç uyumamayı göze alarak okul gösterilerine gitmeye çalışmıştım, sırf istedikleri okulda okusunlar diye iğrenç bir adam tarafından sözlü tacize maruz kalmış, yine de dayanmaya çalışmıştım. İki sene yaşadığım Yunanistan'da insanların hakkımda sürtük demesine, senaryolar üretip beni dışlamalarına katlanmaya çalışmıştım. Amerika'da yeni bir hayat kurmaya, sırf Jane üvey bir baba için ağladığında Leo ile denemeye çalışmıştım. Hayatım boyunca hep bir şeylere çalışmıştım ama yine de asla ona yetemiyordum.

"Eve gitmek istemiyorum."

Yerime oturdum. "Okulun orada."

"Burada başka bir okula gidebilirim."

"Leo orada, özlemeyecek misin?"

"Babam da burada," diye çıkıştı. Bir an Jake'e baktım, ellerimi çenemin altında birleştirip derin bir nefes bıraktım. Gözlerimin önünde görüntüler büyüyüp küçülüyordu. Öfkeden kuduruyordum ama o kadar sakindim ki söyleyecek bir kelime bile aklıma gelmiyordu.

Jake bir an tamam diyeceğimi sandı. Gözlerinde korkuyu gördüm. Gitmek istiyordu. Gerçekten oradaki evimizi, Leo'yu çok seviyordu ve belki de kısa bir zamanda olsa ona yettiğimi düşünmüştüm. Şimdi buraya geri dönersek onun için her şey mahvolacaktı.

"Babanla mı kalmak istiyorsun?" diye sordum. Sesim öyle güçsüzdü ki kendimi bile zar zor duyuyordum. O da aynı uyuşuklukla, belli belirsiz kafasını salladı.

Masadan kalktım. Üst kata çıkarken ikisi de peşime takıldı. Ruth'un eski odasına girip yere bıraktığım bavuldan Jane'in kıyafetlerini ayırdım. Siyah sırt çantamın içindekileri boşaltıp tüm kıyafetlerini içine koyarken kulaklarıma yüksek perdeden bir çığlık sesi doldu. Jane böyleydi, ağlarken aynı bir ambulans sireni gibi sadece çığlık atıyordu. Elimdeki çantayı çekmeye çalıştı ama ondan uzaklaştırdım.

"Anne ne yapıyorsun?"

"Babasıyla kalmak istiyorsa kalacak, Jake!" Tüm eşyalarını çantaya doldurunca askılıktan ceketini alıp sırtına giydirdim, ardından ağlayarak tekrar çıkarsa bile onu kucağıma alıp merdivenleri inmeye başladım. Jake dış kapıya yaklaşınca önüme geçti. "Sende mi gitmek istiyorsun?"

"Saçmalıyor işte, neden onu dinliyorsun ki?" Panikle kapıya sırtını verip geçmeme engel oldu. "Sırf seni sinir etmek için yapıyor. Senden ayrı bir gece bile geçiremez o. Sen şarkı söylemeyince uyuyamıyor bile."

"Babasıyla kalmak istiyormuş!" Güldüm. Jane'i bırakıp çantayı da bir köşeye fırlattım, ardından sandalyenin sırtını ellerimle kavrarken onu duvara fırlatmamak için çok uzun süre gözlerimi kapayıp dinlendim. Elimden bir kaza çıkacaktı. Jane bağırmaya, çığlık atmaya devam ediyordu. Sanki sesinin kafamın duvarlarına vurduğunu hissedebiliyordum. Milyon tane ihtimal yüzünden aklımı kaybetmek üzereydim. İçimden her şeyi yıkmak geliyordu. Masayı duvara fırlatmak, sandalyeyi kırmak ve tüm evi indirmek. Ama çenemi birbirine kenetlemiş, onların gözünün önünde bunu yapmamak için o kadar çabalıyordum ki neredeyse dişlerim kırılacaktı.

Aynı zamanda deli gibi çığlık atarak ağlamak istiyordum. Jane bana ne yapıyorsa aynısını yapmak istiyordum. İsyan etmek istiyordum. Sorular sormak istiyordum. Ama öfkemi göstermek mi onları daha kötü yapardı yoksa ağladığımı görmek mi, seçmek zordu. İçimden buna benzer bir sürü karanlık his geçiyordu. Onları evde bırakmak, Zayn'e çocukları alması için haber vermek ve sonra kendimi yakınlardaki köprüden göle bırakıp intihar etmek geliyordu.

Bir an içim içime sığmadı. Sandayeye yaslanmayı bıraktım. Ne ara olduğunu bilmiyordum ama Jane susmuştu, merdivenin ilk basamağına oturmuş sessizce ağlıyordu. Anahtarı alıp dışarı çıktım, ardından peşimden gelmemeleri için kapıyı üstlerine kilitledim. Bahçenin ortasında öylece durunca adımlarım yolu kaybettiler. Gidecek hiçbir yerim yoktu. Eğer olur da bahçeden çıkacak kadar cesaret toplarsam, adımlarımın köprüye gideceğini biliyordum o yüzden olduğum yerde döndüm. Havuz hemen önümdeydi.

Kendimi içine bıraktım. Soğuk tenime çarptı. Bir an içimden çıkmak için bir canavar gibi savaşan çığlıklar, gözyaşları ve nefesler suyun içine gömüldü. Hareketsizce uzanmaya, dibe batmaya devam ettim. Burada çığlık atsam bile kimse duymuyordu. Çocukların psikolojisini düşünmek zorunda değildim. Güçlü olmak zorunda değildim. Hatta, kendimi yukarı itmek zorunda bile değildim.

Sanki nefes almak için havaya ihtiyacım yok gibiydi. Suyun altında bana saatler gibi gelen bir süre öylece durdum. Belki sadece birkaç saniye geçmişti. Kendimi yukarı itince, saçlarımdan ve yüzümden sular akmaya başladı. Bir an akşam soğuğunu öyle sert hissettim ki ısınmak için suya tekrar girmek gibi bir dürtüyle savaşmak zorunda kaldım. Havuzun kenarına oturup, bacaklarımı suda sallandırdıktan belki yarım saat sonra bahçe kapısından içeri babam girdi.

"Alexa!" Sesini duyunca birden ağlamaya başladım. "Neler oluyor? Aman Tanrım!"

"Hiç gücüm kalmadı," diye mırıldandım hıçkırıklarımın arasında. "Çok zor, baba."

weapons and traumas 2 || zmDonde viven las historias. Descúbrelo ahora