6-Dünyaya açılan patika

64 9 3
                                    

Bağdat, 1833, Ağustos

Mutfakta bir adam vardı. Babam, diye düzelttim kendimi. Mutfakta babam vardı. Onu içeri almış, telaştan ve şaşkınlıktan ne yapacağımı bilmeyerek alelacele bir bahane uydurmuş ve kendimi direkt odama atmıştım. Yaşanan şeyi sindirmem gerektiğini biliyordum. Sırtımı odamın işlemeli tanıdık kapısına yasladım. Kendimi yavaşça aşağı bırakınca ellerim ahşap zeminin serinliğiyle buluştu.

Haisley Gardner, Viyana, kızım, doğum lekesi...

Bu kadar kolay mıydı? Bu kadar basit bir şekilde istediğim her şeye erişebilir, hayallerimin ötesinde bir hayata sahip olabilir miydim? Bunca yıldır ben yapayalnız olduğumu sanarken beni özleyen bir adam ve beni bekleyen bir hayat mı vardı?

Bir süre sadece duvarları izledim ve hislerimi yokladım.

Bildiğim tek bir şey varsa o da bu hayata hazır olduğumdu. Arkama bile bakmadan burayı terk edebilir, beni bekleyen her şeyi hevesle karşılayabilirdim. Bir değişime bu kadar hazır ve hevesli olduğum için suçluluk duymalı mıydım, emin değildim. Ancak babamı ilk gördüğüm an hissettiğim karmakarışık duygular hala üzerimde hakimiyetini sürüyordu.

Üzerimde o andan itibaren bir sabırsızlık vardı. Beni bekleyen şeylere ulaşmaya dair bir arzu. Belki de gerçekten olması gereken buydu, kaderim sonunda, denizler aşıp beni bulmuştu. Ve önemli olan tek şey şu anda önümde yatan bütün imkanlardı.

Gerisini babamla çözebilirdik. Yüzümde titrek bir gülümseme ile ayağa kalktım. Mutfağa geri dönerken adımlarım gittikçe daha da hızlanıyor, duruşum daha da dikleşiyordu. Adeta verdiğim kararla gelen bir mutluluk sarhoşluğu yaşıyordum.

Babam hala bıraktığım yerde dikiliyordu. Benimkine birebir benzeyen gözlerine ve koyu kahve saçlarına bakınca tüylerim ürperdi, bu hiç alışacağımı düşünmediğim bir histi. Bana benzeyen biri. Benim kanımdan biri.

Babam onu içeri davet edip mutfağa aldığımdan beri tek kelime etmemişti. Nereden başlayacağını bilmiyor gibiydi. Ne bekliyordum ki?

Annemin ölü olduğunu nasıl söyleyeceğini bilmiyor, diye düşündüm. Bu sessizliğe daha fazla katlanamazdım, ben de hikayenin bendeki tarafını anlatmaya karar verdim. O benim için denizler aşmıştı. Ben de en azından bu kadarını yapabilirdim.

"Annemin öldüğünü biliyorum," diye söze girdim. Gözleri yere kilitlenmiş olan babam kafasını hızlıca kaldırıp gözlerime baktı. Şaşkınlığını görebiliyordum. Nereden bildiğimi sorguluyor, nasıl buraya gelmiş olduğuma, bu büyük bahçeli taş evde tek başıma ne yaptığıma anlam vermeye çalışıyor olabilirdi. Haklıydı da. Bir sandalye çekip karşısına oturdum ve derin bir nefes aldım.

Hikayemi, eteğimdeki taşlarımı dökme vaktiydi.

"Nefise Hanım, Bağdat'lı bir tüccar, beni annem ölmek üzereyken bulmuş. O zamandan beri bana o bakıyor. Yani... Baktırıyor," diye açıkladım. Babamın gözlerinden binbir farklı duygu geçiyordu. Belki de o da bilmiyordu annemin öldüğünü? Başka neye bu kadar şaşırmış olabilirdi?

"Annemin öldüğünü biliyordunuz, değil mi?" diye mırıldandım kuşkuyla.

Gözlerini kırpıştırdı. Kısa bir saniye sonra hızla konuştu. "Evet, elbette," Ardından kaşları çatıldı. "Sana Hazel ismini o mu verdi?"

"Hasta yatağındayken annemden öğrendiğini söylemişti. Haisley'i yanlış duymuş olabilir." Babam başını salladı. Sonuçta Bağdat'ta, Osmanlı topraklarında doğmuş bir bebeğin adının Hazel olması, Haisley olmasından daha olasıydı. Böyle küçük bir hata yüzünden yıllarca adımı Hazel sanmamız anlaşılan komik bir tesadüften başka bir şey değildi. Aslında ismim bile yalandı demek...

Bağdat'ın Ötesi (TAMAMLANDI)Where stories live. Discover now