다섯

739 106 108
                                    

nada-aşk

benim nedense çok garip huylarım vardı. bazı şeylere fazla takardım kafayı, bazı şeyler ise benim için hiçbir şekilde konu olmazdı. bu hep böyleydi. belki de kai o yatağa mahsur kalmadan önceki hayatımdan değişmeyen tek şey buydu. bir yere oturduğumda düzelttiğim çarşaflar, her şeyi ikişer ikişer yapmam, ya da her sabah camın önünde durup beş dakika beklemeden güne başlayamam gibi. belki de bunları kendim getirmiştim totem haline, bilemiyorum. her şey bulanıklaşsa da bir ay içinde, en azından kendim hakkında sabit kalan sayılı şeylerden biriydi işte bu garip huylar.

kardeş kaybetmenin acısını asla anlayamazdı bunu yaşamayanlar.

daha henüz birkaç ay geçmişken üstünden, o zamanlar iletişimde olduğum arkadaşlarım bana diyordu ki, "geçecek." ya da "acısı dinecek zamanla." o kadar çok duydum ki teselli cümlelerini, bir yerden sonra bayık gelmeye başladı her söyledikleri.

aynı anda üç kişiyi kaybetmiş birine bunlar ne kadar gerçekçi gelebilirdi ki?

fakat buradaydım, aradan beş yıl geçmiş olsa bile acım yine katlanarak çoğalıyordu benim. yalan söylemişlerdi. acısı dinmiyordu işte zamanla.

eskiden de vardı dengesiz hallerim. bu kadar uçta yaşamasam da bazı şeyleri, geçirdiğim ataklar yüzünden bazı günler ruhum çekilmiş gibi olurdum. ama o zamanlar ne vardı biliyor musunuz? kai. düştüğüm cehennemden beni çiçek dolu elleriyle sarıp çıkarırdı yüzeye, hiç korkusunu yansıtmaz yüzüne, yanımda olurdu ufacık haliyle. beni son kez öyle görmesine öyle üzülüyordum ki işte. keşke diyorum, keşke gözlerini kapatmadan hemen önce çekiştirmeseydim içten içe hayranlık duyduğu saçlarımı. keşke ona kocaman sarılsaydım, kardeşim deseydim, seni çok seviyorum. sen iyi ki varsın.

ama yapamadım.

şimdi tek yapabildiğim, hastane odasında, asla geri gelmeyeceğinin gerçeğini kabul edemediğim için fişini çektirtemediğim kardeşime üzgün bakışlar atıp, yalan söyleyerek günlerimi anlatmaktı. bembeyaz olmuş ellerini tutup güç almadan nasıl devam ederdim hayatıma?

kai de gittiğinde temelli, ben kiminle konuşurdum?

"yeonjun?" soobin'in sesi çıkardı beni ellerine baktığımda daldığım düşünceler. beni bir gecede nasıl bu hale getirmişti hiç anlamadım. biraz dinlenme hakkı gördüm işte kendimde. "efendim?"

iyi olmamı istiyor gibiydi bu gamzeli soobin. ben ona iyi olamayacağımı nasıl açıklayacaktım bilmiyorum ama gözlerimin içine böyle bakarken onu hiç kırasım gelmedi. benden bir karşılık bekledi. hafifçe sıktım elini. "sorun yok." dedi tekrar. bir daha düşündüm nazik hislerini, bir kişinin daha canını yakmaya tahammülüm yoktu.

onlar yerine kendi canını yak. tek kurtuluşumuz bu.

soobin gider miydi?

kaç gündür üst üste varlığı ile dolanıyordu ruhumun çevresinde. nefret ettim kendimden. iyi olmak için bir başkasına ihtiyaç duyuyor olduğum gerçeği tokat gibi indi suratıma. kabul edemesem dahi peşimden dolanıp benimle konuşmak için çabalıyor olması öyle garip hissettirdi ki beni bir anlığına, yine kendime kızdım sadece. ben hep kızgındım kendime.

fısıldadı kulağıma yaklaşarak. "eğer istersen gidebiliriz, rahatsız olduysan yani?" arkadaşları kendi aralarında konuşuyordu hala. hayır, beni rahatsız etmediler. sorun onlarda değildi aslında, sorun bendim. başımı iki yana salladım, dudağının kenarı kıvrıldı hemen. yüzümü inceliyordu. gidebiliriz demesi yeni çarptı bana, bizi bir saydı.

"nasıl tanıştınız anlatsana soobin, yeonjun hakkında pek bir şey bilmiyoruz." adının birkaç dakika önce niki olduğunu öğrendiğim çocuk böldü bakışmamızı. soobin boğazını temizleyerek benden izin ister gibi baktı tekrar yüzüme. bakışlarımı hala tuttuğu elime indirdim. sorun yoktu. anlatabilirdi. zaten pek özel bir şey değildi. arkadaşlarını bir daha görmeyeceğim için pek ilgilenmedim.

borderlines, yeonbinHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin