일곱

636 97 40
                                    

rosemary&garlic-old now


insanların tepkilerini yakalamakta hiçbir zaman iyi olamamıştım. kiminle nasıl konuşmam gerektiğini bilmiyordum. kendimi suçlayamıyordum fakat bunun için, bana bazı şeylerin doğru öğretilmediğinin farkındaydım. çok çabuk yükselip alçalmamı hastalığıma bağlamak istiyordum yine de, bu kadar dağılmış olmamın yükünü kendime yüklemek istemiyordum çünkü.

iki kelimeyi bir araya zor getiriyor olduğum için çoğu şansı kaçırsam bile belki de en doğrusu bu diyerek geçmek istiyordum.

soobin uyanır uyanmaz çıkardığı seslerle beni de uyandırmıştı ve baş ucumda beni izlediğini hissetsem bile tepki veremiyordum. neden bilmiyorum ama dün yaşadıklarımızdan sonra sürat hızıyla ondan uzaklaşmak, bir daha yüzünü bile görmek istemiyordum. utanıyor muydum yoksa bana hissettirdiği şeylerin yabancılığı ile ürküyor muydum emin değilim fakat içimdeki bu aptal hislere tahammül edemiyordum.

"günaydın," kolumda narince dokunuşunu hissetsem bile arkama dönmedim. "uyandığını anlayabiliyorum yeonjun, nefeslerin hızlandı.. hadi kalk."

o evden çıkıp gidene kadar burada ölü taklidi yapmak istemiştim ama anlamıştı. uzatmayıp yavaşça arkama döndüğümde yüzünde açan çiçekler az önce düşündüklerimden utanmama sebep oldu. çok güzel bir kalbi vardı, insanlarla nasıl konuşması gerektiğini biliyordu ve çok güzel seviyordu tutkulu olduğu şeyleri. ondan kaçmak istememin en büyük sebepleri bunlar olsa bile yıllardır karşıma çıkan onca kötü insandan sonra böyle bir insanı tanığım için aynı anda kendimi iyi de hissediyordum. henüz iyi insanların soyu tükenmemişti belli ki.

herkesi kendin gibi kötü sanman komik, sen ve ben can yakmakta artık ustalaştık ne de olsa.

üst üste yaşadığım pozitif duygulardan sonra üzerime çöken hissizlik ile beraber zihnimin baş köşesinde, görevi beni sanki hayattan umudumu kesmemişim gibi her anımda canımı yakmaya çalışması bile artık beni korkutmuyordu.

soobin'in odadan çıkışını izledim. muhtemelen kahvaltı hazırlayacaktı. karşı karşıya oturup benimle güzel bir sabah geçirmek istese bile bunu yapabilecek gücü kendimde hissetmiyordum. ona dün gece verdiğim umutlardan sonra bir anda hayatından çıkıp gidebilmenin yollarını kafamda ölçüp tartarken hayatımda bir kere de olsa böyle yapmamayı diledim. yataktan kalktığım zaman ayaklarımın beni kapıya değil de şu güzel çocuğun bütün ilgisiyle hazırladığı kahvaltı masasına yönlendirmesini istedim.

"waffle üzerine bal mı krema mı istersin?" kapıdan aniden kafasını uzatınca ürksem bile yüzüme yansıtmamaya çalışarak ayaklandım. dün gece verdiği kıyafetler üzerime biraz bol olsa bile hemen hemen aynı olan vücudumuz yüzünden fazla sırıtmıyordu. "kafana göre."

"tamam. hadi gel!"

sabahın köründe bu enerjiyi nasıl bulabiliyordu?

ben her güne gözlerimi lanet ederek açarken, insanlar nasıl bu kadar mutlu olabiliyordu?

beni yaşadıklarım mı bu hale getirmişti yoksa ben her zaman böyle mutsuz, çekilmez ve iç karartıcı biri miydim ki? erkek kardeşim de böyle uğraşmış mıydı benimle her zaman yoksa onun yanında bambaşka birine mi dönüşmüştüm ben?

neyi nasıl yaptığımla ilgili sorularımın cevaplarını asla alamayacağımı biliyordum. düzelmek ya da tüm bunları arkamda bırakabilmek için herhangi bir çaba göstermeden her şeyin önüme gelmesini bekliyordum. önümde çok daha kötü günlerin olacağını, hiçbir şeyin stabil kalmayacağını bilsem bile kendi kendimi kandırmanın verdiği bir nebze huzurla devam etmeye çalışıyordum ve bir gün bastırdığım her şey suratımda patlayacaktı.

borderlines, yeonbinWhere stories live. Discover now