final song

991 116 160
                                    

anathema-fragile dreams


birkaç konu hakkında genel olarak fikir sahibi olsam dahi koskoca evrende bir ton sır olduğunu biliyordum.

mesela güneşimizin dört milyon yıl sonra artık olmayacağını, galaksimizin parçalara ayrılacağını biliyordum. ya da sincapların eşleri olmadan uyuyamadığını, eğer onlar olmazsa soğuktan donarak öldüklerini de biliyordum. hatta yıllardır aklımı kurcalayan o soru, kaplumbağaların nasıl işediklerine bile birkaç cevap bulabilmiştim.

fakat asla anlamlandıramadığım şeylerden biri insan duygularıydı.

gördüğünüz gibi, hiçbir sözümü tutamadığım gibi ben hala buradaydım. hayattaydım. aldığım her nefes ciğerlerime yine zehir olarak, ateş olarak geri dönüyordu fakat ben yine ve yine kıyamamıştım canıma. kendimi çok cesaretli sanarak verdiğim o söz henüz kai'nin yoğun bakıma ilk alındığı gecede çıkmıştı ortaya. onu öylece beyaz duvarların arasında kahverengi bebek saçlarına bulaşmış kanlar ile gördüğümdeydi. ailemizin öldüğünü çoktan öğrenmiştim ama inanın bana hiçbir acı kardeşimi öyle görmenin acısıyla eş değer değildi benim gözümde. ağlayamamıştım. çığlık atarak canımın acısını verememiştim dışarıya, kusamamıştım nefretimi. yıllar önce yaşanmış şeyler yüzünden anlık tutan panik atağımla evde yanlışlıkla yangın çıkarmıştım ve gerisinde yaşanan her şeyde benim suçumdu. kapımıza bir anda dikilen, sesini bile duymak istemediğim, ellerinin bana ulaşmasını istemediğim o kişi geldiğinde onun yardımı reddettim. annemi babamı ve kai'yi aynı anda evden çıkarabileceğime olan güvenim o an göğsümde patlayan nefretten daha büyüktü. onların canına bu şekilde kıydım ben.

bu neydi? bir insan duygusuydu evet, korkuydu, nefretti, adrenalindi. bunlar da insanı duygulardı. tüm acımasızlığım ve çocuk aklımla yaptığım şeyin cezası yine de bana kesilmişti işte.

ilerleyen yıllarda hayallerimden vazgeçip, kardeşimin yolunu bekledim. ilk zamanlar ufacık olan umudum onun birkaç organı iflas etmeye başladığında solup gitmişti kuruyan manolyalar gibi. okulu bıraktım, uyuşturucu batağına düştüm, etrafımda bana hiçbir yararı olmayan insanlarla birlikte öleceğim günü beklemeye başladım. hiçbir çaba göstermeden yaşayan bir ölü bile olamadım. para kazanmam gerekti, kafamı sokacak bir eve ihtiyacım vardı çünkü beni yaşım küçük olduğundan ailemin tanıdıklarına bırakmışlardı ve onlar bana ve yaşadıklarıma hiç üzülmeden ikinci günde kapının önüne koymuşlardı. her neyse, onları da hiçbir zaman sevmediğimden alıp başımı farklı bir şehre geldim işte.

azıcık güzel olan sesime güvenip şarkılar söylemeye başladım sağda solda. insanlarla konuşmadan, bağ kurmadan yaşamaya çalıştım.

bugüne kadar.

gamzeli soobin hayatıma girene kadar yoktu hiç bağım. bana yabancı olan tüm hisleri bir ay içinde tattırdı. tanıştığımız andan itibaren pes etmedi, birkaç kere onu terslesem de sonunda aştığı sınır çizgilerimin üzerinde acımasızca hareket etti.

bir şekilde başardı işte. dediğim gibi, ilk anları pek anımsayamasam da o gece, birlikte olduğumuz andan itibaren peşimde koşmasına gerek kalmadı. hissettiğim tüm o şeylerin yüküyle beraber, bir şekilde yaşamaya çalıştım soobin ile. hafta sonları işten çıktığında beni motoruyla alıp sinemalara götürmesine izin verdim. bazen ona ben attım filmleri, bazen o beni açık sinemalara götürüp, yere serdiği battaniyenin üzerinde kollarımın arasında uyuyakaldı tüm masumluğu ile. hiç hissedemedim önceki hislerimi. gariptir ki canımın sızısı yoklasa da beni arada sırada genel olarak gamzeli soobin'e odakladım her şeyi.

ben ona verdim tüm hisleri işte. korkularımın yerini onu kaybetme korkusu aldı, endişelerimin hepsi güvende olup olmadığını fısıldadı, azıcık kalmış mutluluğumun hepsi onun gülüşleriyle tekrar yeşerdi. aklım fikrim choi soobin ile doldu benim kısacık sürede, onun arkadaşlarıyla takıldım birkaç kez. hem de zorlanmadım pek, elleri ellerime kenetliydi çünkü.

borderlines, yeonbinWhere stories live. Discover now