4. BÖLÜM

5.4K 309 463
                                    

Hayatın benimle bir alıp veremediği vardı. 

Çok şey almıştı benden ama ne vermişti, tartışılır. 

Yanında yürüdüğüm kadına sarılıp ağlamamak için kendimi zor tutuyordum. Boşta olan ellerimden birini, kazağının uçlarını tutturmuştu; avucumun arasındaki kumaş parçasını sıkarken görünmez bir el de benim boğazımı sıkıyordu. Tam burada, hemen şimdi, dizlerimin üzerine çöküp feryat figan ağlamak istiyordum. 

Mahalleye yakın bir semt pazarındaydık. Umay teyze, "Kaybolursun, bilmezsin sem buraları. Sakın bırakma kazağımın ucunu." diyerek her zamanki anaç tavrıyla sıcacık yapmıştı içimi. Ilgın işteydi, Çisil hemen yanımdaydı ve Erin ise işi olduğunu söyleyerek ortalıktan kaybolmuştu. Onun bu alengirli hâllerine çarçabuk alışmıştım, yerinde duramayan biriydi. 

Gergindim

Uzun zaman sonra böylesi bir kalabalığı karışıyordum ve karıştığım bu kalabalık, ruhumu bunaltıyordu. Kalabalıklar arasında kaybolup gidiyordum. Bu kalabalık, bu kayıp... Her şey bunaltıyordu biçare ruhumu. Artık kaçmamak için geldiğimde bu şehir, ardıma bakmadan kaçıp gitme isteği uyandırıyordu içimde. Tanıdık yüzler vardı ama ben tanımıyordum o yüzler ardına gizlenmiş, asıl yüzleri. Mahalleden olmalıydılar, gözlerini yüzüme dikmişlerdi. Kimi bakışlar acımayla dolu, kimi bakışlar boşlukla dolu ve kimi bakışlar da nefret dolu... Hepsi yüzüme çevrilmiş, bana bakıyor. Her şeyi anlıyorum, bana acıyarak bakmalarını bile anlıyorum fakat üzerimdeki nefret dolu bakışları anlamıyorum. Ne yapmıştım ki ben? Daha düne kadar hayatı, yatak odası ve mutfak arasındaki yoldan ibaret olan biriydim. En iyi yaptığım şey -özellikle böyle yağmurlu havalarda- yatağıma gömülüp, kahve fincanından yükselen duman eşliğinde bir şeyler karalamak ya da saatlerce tavanı izlemektir. Ben bu insanlara, hiç tanımadığım ve tanımak da istemediğim bu insanlara ne yapmıştım da bana böylesi bir nefretle bakıyorlardı? Ben, tüm kötülüğü kendine olan biriyim. Bu nefreti hak edecek ne yapmış olabilirim ki? 

Tenimi kamçılayan rüzgara rağmen zorlukla yükseldi göğüs kafesim. Gerginlikten avuç içlerime sapladığım tırnaklarım canımı yakmaya başlamıştı. Zorlukla aldığım, kesik kesik aldığım nefesle birlikte gözlerimi -semt pazarının üzerini henüz kapatmamışlardı- gökyüzüne çevirdim. Hava kapalıydı, bulutlar bir anda gökyüzüne çökmüşlerdi ve yakın zamanda şiddetli bir yağmurun geleceğinin de haberini şimdiden veriyorlardı. Böyle havaları severdim ama yalnız olmadığımda. İzmir'de olduğum zamanlarda havanın böyle olmasını heyecanla beklerdim. Hava yağmurlu bir hâle büründüğünde babaannem bize melisa çayı yapardı ve birlikte -onun ne kadar eskirse eskisin evinden atmadığı, dedemden hatıra olan- kahverengi kanepeye oturur, dışarıyı izlerken saatlerce sohbet ederdik. O, dedemi anlatırdı, ben dinlerdim. Babaannem çok severdi dedemi, hâlâ ondan bahsederken gözleri dolar. Masaya onun için fazladan bir tabak koyar, onun gelmeyeceğini bilir, yine de vazgeçmez bunu yapmaktan. 

Babaannemi özlemiştim. Onunla melisa çayı içmeyi, böyle havalarda saatlerce sohbet etmeyi, dizlerinde uyumayı özlemiştim. 

Gözlerim hâlâ gökyüzündeyken içimden fısıldadım. Tanrım, görüyor musun beni? Ben hâlâ çocukken eli tutulmadığı için kaybolmak korkan o çocuğum. Tanrım, gör beni. Kayboluyorum kabalıklar arasında, yitip gidiyorum ben bu dünyada. Korkuyorum hâlâ. Susmam için atılan tokatlar zihnimden silinmiyor. Kendi içime bile bağıramıyorum ben. Tanrım, seninle konuşurken bile içinden fısıldayan ben, nasıl baş edeceğim bu canavarlarla?

ACIYA SUSAN ÇIĞLIKLARWhere stories live. Discover now