30

2.9K 206 43
                                    

Ashton henüz gelmemişti. Evde dönüp duruyordum. Zaman bir türlü geçmiyordu ve ben Ashton'ın gelmediği her dakika acaba gelmeyecek mi şüphesine daha çok düşüyordum.

Ama geleceğim demişti, gelirdi. Değil mi?

Hazırlanalı uzun zaman olmuştu. Dersim bittiğinde ışık hızında eve gelip kıyafetlerimi değiştirmiştim, atıştırmalık bir şeyler hazırlamıştım ve çalışmak için masayı düzenlemiştim. Normalde dağınık bir kızımdır, sabah evden çıkmadan önce eve çeki düzen vermesem Ashton gelir ve büyük ihtimalle evden geri çıkardı. Öyle tahmin etmek olası olmayan bir şey de değildi zaten.

Olası olmayan şey Ashton'dı.

Aynada saçlarımı düzeltirken ellerimin titrediğini fark ettim. Saçmaydı belki. Belki çoktan tüm hislerimi aklımdan çıkarmam gerekiyordu. Ama bu şans bana kimse tarafından verilmemişti.

Melodisi bana son derece saçma gelen kapı zilinin çalmasıyla elimdeki saç fırçasını düşürüşüm bir oldu. Yere çarpma ile oluşan gürültü yüzden gözlerimi sıkı sıkı kapattım. Yüksek seslerden nefret ediyordum. Sonra hemen kapıya ulaştım. Biraz daha beklersem Ashton çekip gider mi düşüncesi acele etmemi öğütlemişti ve ben de delikten baktıktan sonra kapıyı açtım. Elini kapının yan tarafına dayamıştı. Etrafa bakınıyordu. Ben görüş açısına girdiğimde ela, sarı ya da yeşil, sürekli değişmekte olan gözlerini bana çevirdi. Kalp atışlarımı duymasından korktuğum için konuşma sesimle onları bastırmaya çalıştım.

"Hoş geldin, içeri girsene."

Kafasını salladığında altın sarısı saçları hareketlendi. Ses çıkarmak yerine içeri girişini izledim.  

"Hoş buldum." bir süre sonra verdiği cevaba karşı şaşırır gibi oldum önce. En son ne dediğimi unutmuştum. O evi süzerken de ne diyeceğimi bilemiyordum. Hal hatır sormam gerekiyor olabilirdi ama tek yaptığım şey öylece dikilmekti. İki saniye sonra bana döndü. Şöyle bir baktı, ki bu son derece boş bir bakıştı ama içinden düşündüğü şey ile ilgili onlarca tahmin yürüttüm. Bilinçli olarak değil, zihnim otomatik olarak bana fikirler veriyordu. Bu iyi değildi.

"Eee?" dedi Ashton. "Böyle dikilecek miyiz?" haklıydı, böyle dikilecek miydik?

"Hayır... Hayır, ben masayı ayarladım, çalışmaya başlayabiliriz."  kafasını salladı. "İyi," dedi. "Çok zaman kaybetmemiş oluruz."

"Zaman kaybettiğimizi düşünmüyorum."

Ağzımdan kendiliğinden çıkan sakin cümleye karşılık kaşlarını çatıp bana baktı. Ne demeye çalıştığımı anlamaya çalışıyor gibiydi, belki de sadece ne saçmalıyor bu yine diyordu. Bilemiyorum, ne demeye çalıştığımdan benim de pek haberim yoktu. Sadece... onunla geçirdiğim zamanı kayıp olarak görmediğim düşüncesi beynime yansımadan dudaklarımdan dökülmüştü. Ashton beni şaşırtan bir şey yaptı. Ben gözlerimi ister istemez irileştirmekteyken -ki onunkiler hala çatıktı- kafasını iki yana sallayıp kıkırdadı. O an bu bana daha çok cesaret verdi ve hayır, başka bir imada bulunmadım. Sadece güldüm.

"Bazen cidden dediğin şeylerin içinden ne anlam çıkarmam gerektiğini anlamıyorum. Anlam çıkarıp çıkarmam gerektiğini de anlamıyorum." 

Ellerimi belime koyduktan sonra "Bak bu dediğin hiç yabancı gelmiyor." diye söylendim. Omuz silkip tebessüm etti. Sonra arkasına döndü. Aynı şey gibi, sana bu kadar yüz verdiğim yeter hadi şimdi eski halimize dönüyoruz. ama umursamadım. Her zaman tahmin ettiğim gibi olmak zorunda diye bir kural yoktu.

"Ben atıştıracak bir şeyler getirmeye gidiyorum." belli belirsiz kafasını salladı. Gülümseyip mutfağa gittim. Ne olursa olsun, ne kadar uzak olsa da hatta bazen yakın mı uzak mı belli bile olmasa da, tavırlarını seviyordum. Mesafesini seviyordum, bana aşmak istediğim bir şeyler sunuyordu. En güzel yanı da, hiçbir zaman aynı hissettirmiyordu.

Tepsiye bir şeyler dizdikten sonra içeri girdim. Ashton bu sefer kitaplığım önünde yerini almıştı. Bana arkası dönüktü. Kitaplarımın karıştırılmasından rahatsız olan biri değildim. Hele Ashton'ın onları asla yıpratmayacağına da emindim. Benden ötürü değil, Ashton'ın kitaplara bir saygısı vardı. Görebiliyordum.

"Şiir kitaplarını neden diğer kitaplardan tamamen ayrı yerde tutuyorsun?"

İçeri girdiğimi fark ettiğine şaşırmıştım. Dalgın gibi hissetmiştim. Geciktirmeden cevap verdim. Bu tip soruların cevabı için düşünmeye ihtiyaç duymuyordum.

"Çünkü onlar şiirler. Roman okurken hissettiklerinle şiir okurken hissettiklerini aynı yere koyamazsın. En azından ben koyamam. O yüzden yerleri de farklı tutulmalı."

Yüz ifadesini görememek canımı sıkıyordu. Elimdeki tepsiyi uzanıp masaya bıraktım. Ellerim terliyordu, düşürmekten korkuyordum. Sakar bir insandım ve Ashton'ın bu yönümle de uğraşmasını istemiyordum.

Eline aldığı kitabı açtı, kapadı. "İtiraf etmek istemezdim ama şair zevkin gerçekten iyiymiş." gözlerimi devirdim. Kendini beğenmiş, ne olacak. "Charles Baudelaire, ha?"

Kaşlarımı çattım. "Sever misin?"

"En sevdiğim şairdir."

"Hadi canım. Dur tahmin edeyim İçe Kapanış mı?" Baudelaire'in en çok bu şiirini Ashton'a yakıştırabilmiştim. En sevdiği olmasını bekliyordum ki beni yine şaşırttı.

"Bilemediniz. Kahpe İlham Perisi." Topuğuyla tam bir dönüş yaparak bana baktı. Yüzünde gülümsemeye yakın bir şey vardı. Benimkinde de son derece meraklı bir gülümseme olduğuna emindim.

Kadınlar sevemez, kadınlar sevilmez diye söylenip duran Ashton Irwin neden böyle bir şiiri severdi ki? Zaten sadece "Neden?" diyebildim. "Şiirde sevdiğin şey ne?"

Omuz silkti. "Senin sorunun cevabında aradığın şey ne?"  Bu, basit bir soruydu aslında. Ashton'a göre bunu bana sormaktaki amacım ne sorusunun kibar haliydi. Ama bana bir tiyatro oyunu yazsam çarpıcı repliği, sahneyi, tüm alkışları buradan çıkarabileceğim kadar anlamlı gelmişti. Çok cevap verebilirdim. Üzerine paragraflar yazabilirdim. Ama dönüp dolaşıp "Hiç," dedim. Bakışlarımı kaçırdım ardından. Bir nefes bıraktım. "Sadece... biliyorsun, sürekli olarak kadınların sevgisizliğinden bahsediyordun ve o şiir bana biraz daha... şey bir adama göre gibi geliyor, aşık?" gülüp kafasını iki yana salladı. Bana doğru birkaç adım attı ki aramızda hala en az bir iki metre vardı.

"Bana anlattığı şeyi bilmek ister misin? Sevilebilecek tek kadının, uğruna yazılabilecek kadın olduğu." bir an o kadar ikileme düştüm ki. Ne demek istiyordu, ne hissediyordu, ne yapmaya çalışıyordu? Büyük ihtimalle sadece abartıyordum. Demeye çalıştığı şeyler o kadar derin değildi ama ben her şeyin altında bir şey arıyordum. Net konuşsaydı, bunlar olmazdı.

Bir süre sonra "Ashton," diyebildim. Seslenmiştim artık, geri dönüş yoktu. "Minerva." dedi benimkinden çok daha uzak bir tonla. Ona bakmaktan korkarak "Kadınlar da sever." dedim, gözümden akmaya çalışan yaşa direnerek. Güldü. Alay mı ediyordu, başka bir şey mi hissediyordu bilmiyordum. Nefes sesini duyduğumdan güldüğüne emin olabiliyordum. İfadesine bakmamıştım bile. Belki de sadece daha fazla kırılmam için düşündüklerini dile getirmiyordu. Onları değiştirebilecek kadar güçlü olduğumu sanmıyordum. Ama bir kere ona söz vermiştim. "Sana kanıtlayacağım." demiştim. "Bizim de duygularımız var."

Gözümden akan yaşa engel olamadım. Görmüş olacak birkaç saniye sonra atıldı. "Biliyor musun, Minerva?" dedi. "İnanabilir miyim bilmiyorum. Haklı mısın bilmiyorum. Ama bana kanıtla. En azından dene. Ne kadar direnebileceğini görmek istiyorum. Bana kanıtla."

Ona baktım ve bu sefer sorgulamama kararı aldım. Kafamı sallamakla yetindim. "Hadi," deyip gülümsedim. "Ödevimiz bizi bekliyor."

Want to Ignored // IrwinHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin