üç

835 97 90
                                    

Yine uzaklardan izliyordu o genç adam beni. Parkın birkaç metre ilerisinde, sırtını yaşlı bir ağacın gövdesine yaslamıştı. Ona dair seçebildiğim birkaç şey; kısa kesim ve alnını açıkta bırakan koyu renk saçları, derin bir çukuru andıran siyah gözleri, siyah boğazlı kazağı, dizlerine kadar uzanan siyah paltosu. Bir de paltosunun ceplerine yerleştirdiği elleri.

Bu sefer kaçmak veya bakışlarımı çevirmek değil, yüzleşmek istiyordum. Kim olduğunu ve bana ne yaptığını anlamak istiyordum. Kendimi bu yüzleşmeye hazırlarken yanaklarımdaki ıslaklığı iki elimin tersiye sildim hızlıca. Çöktüğüm yerden doğrulmaya hazırlanıyordum ki beklemediğim bir şekilde, aniden arkasını döndü ve uzaklaşmaya başladı genç adam.

Hayır, onu kaybedemezdim. Bana bir açıklama borçluydu.

Çabuk adımlarla peşinden ilerlemeye başladığımda, saniyeler geçtikçe hızlandırdı adımlarını. Koşmuyordu ama acelesi varmış gibiydi. İçimden bir ses, onun özellikle böyle davrandığını söylüyordu bana.

Hızımı biraz bile azaltmadan, çevik hamlelerle cebimden telefonumu çıkardım Yerim'i aramak üzere. Ve o anda fark ettim onun zaten benden önce davrandığını. 6 cevapsız arama vardı Yerim'den gelen ve benim bunu ruhum bile duymamıştı. Telefonu sessizde unutmuş olmalıydım.

Daha fazla beklemeden aceleyle onu aradım ve telefonu kulağıma götürdüm. Bir yandan da hızlı adımlar atmaya devam ediyor, gözümü genç adamdan ayırmıyordum. Ve çok gecikmeden geldi yanıt.

"Alo... Jisoo? Nereye kayboldun Tanrı aşkına, bir saattir seni arıyoruz her tarafta ve telefonlarını bile açmıyorsun!"

Gerçekten endişeli olduğunu belli eden ses tonunu duymazdan gelmek zorundaydım. "Bir işim çıktı ve önden ayrılmak zorunda kaldım." dedim. "Siz bensiz devam edin."

"Ne işinden bahsediyorsu-"

"Kapatmak zorundayım." diyerek sözünü kestim mecburen ve telefonu kapatıp aceleyle cebime attım.

Hala görüş alanımdaydı o tuhaf adam. Ama aramızdaki mesafe gitgide artıyordu sanki veya sadece ben öyle hissediyordum.

Gerek araç, gerekse insan trafiğinin yoğun olduğu şehrin göbek kesiminden uzaklaşmaya başladığımızda tedirginliğim kademeli bir şekilde artıyordu. Bir yandan korkuyor ve geri dönmek istiyordum, diğer yandan ise asla vazgeçemiyordum onu takip etmekten. Üstelik bunu bilerek yaptığına emindim, peşinde olduğumun farkındaydı ve beni götürmek istediği bir yer var gibi görünüyordu.

Her ne olursa olsun, devam etmek zorundaydım eğer az önce başıma gelenlerin açıklamasını öğrenmek istiyorsam.

Bu yürüyüş yarım saatten fazla sürdü muhtemelen. Kalabalık gittikçe çekildi, etrafımız tenhalaştı. Görüş alanımdaki evlerin sayısı azaldı durdu, nihayetinde tek bir ev dahi kalmayana dek devam etti bu durum. Ve şimdi, daha önce yalnızca bir kez uzaktan görmüş olduğum ormanın kıyısındaydık.

Onun peşinden ormana dalmak kesinlikle yapmam gereken en son şeydi ama ayaklarım irademin emrinden çıkalı çok olmuştu.

Ucu bucağı görünmeyen, biraz da ürkünç olan o ormanın içinde yürümeye başladığımda her adımımla beraber üzerine bastığım kuru yaprakların ve dalların çıkardığı sesler beni kesinlikle ele veriyordu. Ama bunu biraz bile umursamıyordum çünkü onun her şeyin başından beri farkında olduğuna adım kadar emindim.

Ormanda dümdüz ilerlemiyordu genç adam. Sağa sapıyor, sola sapıyor ve yeniden başka bir yöne sapıyordu. Beni şaşırtıp aklımı karıştırmayı ve yolu ezberlememi engellemeyi mi amaçlıyordu emin değilim ama öyleyse eğer, bunu çok da iyi başarıyordu. Ya da belki gerçekten de gitmesi gereken yol o şekildeydi, bunu asla öğrenemeyecektim.

Akşamın karanlığında kendimi şansa emanet ederek ilerlemeye devam ederken bir süre sonra belli belirsiz bir ışık huzmesi çalındı görüşüme.

Gözlerimi kısıp dikkatlice baktığımda, metrelerce ötede bulunan bir evin varlığını fark etmem birkaç saniye aldı.

Yalnız, evin orada ne işinin olduğu tam bir muammaydı. Hangi akıllı bu devirde ormanın ortasında yaşardı ki? Hayır bir de şöyle bir bakınca, önümdeki adamın oduncu gibi bir tipi de yoktu ya.

Biraz daha ilerlediğimizde, bu yapının aslında bir evden daha çok kulübeye benzediğini fark ettim. Tek katlı ve derme çatma bir şeydi, yaşam için hiç de elverişli değildi. Belki de onun burada yaşıyor olduğunu varsayarak aptallık etmiştim.

Kısa bir an sonra genç adam kulübenin kapısını açıp içeri girdi bir kez bile ardına bakmadan.  Onun gitmesiyle derin bir soluk verdim ben de. Uzun zamandır tutmuş olduğumun yeni farkına varıyordum.

Temkinli adımlarla eve biraz daha yaklaştım. Şimdi ne yapmam gerekiyordu? Kapıyı çalıp ondan açıklama mı dilenecektim? Hayır, başka bir yolu olmalıydı.

Düşünceli adımlarla evin etrafında dolanmaya başladığımda, belki içeriden bir şeyler görmeyi başarırım umuduyla pencerelere dikkat kesiliyordum en çok da. Ancak perdeler hep çekiliydi, içeriden gelen ışık da loş denebilecek düzeydeydi.

Yapacak bir şeyim yoktu. Eğer kapıyı çalıp onunla yüzleşmeyeceksem buraya kadar takip etmiş olmamın bir anlamı kalmayacaktı. Kapının önünde durduğumda boğazımı temizledim ve kapıya vurmak üzere gevşek yumruğumu havaya kaldırdım.

Ancak ben daha buna fırsat bulamadan açıldı kapı. Göremediğim biri tarafından yavaş yavaş aralanırken elim havada kalmıştı. Afallamış bir halde öylece bakakalırken ben, kapı nihayet ardına kadar açıldı ve genç bir kız göründü ardından.

Alev rengi, dalgalı saçları beline kadar uzanıyordu. Kusursuz güzellikteki yüz hatlarıyla zıt olan soğuk ve ifadesiz bakışları, yalnızca bir saniyede içimi ürpertmeyi başarmıştı.

Ne söyleyeceğim hakkında zerre kadar fikir sahibi değildim ama sırf bir şeyler zırvalayabilmek için dudaklarımı araladığımda o benden önce davrandı.

"Hoşgeldin, Kim Jisoo." Sözlerinin aksine, pek de sıcakkanlı olmayan ses tonu büyük bir tezat oluşuruyordu. Elini bana doğru uzattığında ona karşılık vermek benim için kolay değildi ama bunu yapmaya zorladım kendimi.

"Ben Park Chaeyoung." dedi hemen ardından. "Roseanne de diyebilirsin... Veya nasıl istersen."

▪▪▪

▪▪▪

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.
master of my soul, hunsooWhere stories live. Discover now