B.M1

3.1K 106 9
                                    

             Her şey anlık bir şekilde gerçekleşmişti. Daha dün Yonsei Üniversitesinde "organizasyon ve etkinlik bölümü" okurken şimdi gerçekleşen büyük bir trafik kazasıyla sırtımı hastanenin beyaz duvarlarına yaslamış, sanki son saniyelerimi yaşıyormuşçasına bütün gözyaşlarımı sonsuz bir boşluğa akıtıyordum. Daha dün beyazın güzelliklerinde soluklarken şimdi her an beni yutmak için hazır bekleyen siyahtan saklıyordum kendimi.
              Artık nefret ediyordum siyahtan, benim hayatıma büyük bir sessizliği yerleştirmişti çünkü. Artık nefret ediyordum beyazdan, beni bu duvarlarla tekrardan kucaklamıştı çünkü.
              Sanki bu kazayı da dünyanın en mutlu olaylarından göstermeye çalışıyordu bu beyaz duvarlar ama işte engel olamıyordu gözyaşlarıma. Sanki her şeyi oldubittiye getirmeye çalışıyordu bu duvarlar, daha dün benden babamı almışken bugün de annemi benden ayırmaya çalışan trafik kazasını tüm sevecenliğimle kucaklamamı istiyorlardı sanki.
           Ama asla böyle bir şey yapmayacaktım. Hayatımı bu iki rengin arasına sıkıştırmayacaktım. Gerekirse bu iki renkten gri çıkarmasını da bilecektim, mavi çıkarmasını da ama hiç bir şekilde kopmayacaktım yaşamdan, sevdiklerimin de kopmasına izin vermeyecektim.
...
           Daha hiçkimse babamın ölümünden haberdar olmamışken annemi de kaybetmek istemiyordum. Evet, güçlü olacağım demiştim ama her saniye akan gözyaşlarımla beraber bütün gücüm de yavaş yavaş sıfıra iniyordu. Babam öleli tam 14 saat olmuştu, annem komaya gireli ise 16 saat. Ama hala daha bir gelişme yoktu. Doktor hem "hala daha hayati riskinin devam ettiğini" söylüyordu hem de "daha fazla yapılacak bir şeyin kalmadığını belirtiyordu."
           Her an çıldıracakmış edasıyla birinin olumlu bir şey söylemesini beklerken omzumda hissettiğim sıcaklıkla iki bacağımın arasına aldığım kafamı kaldırdım ve ağlamaktan kıpkırmızı olmuş gözlerle omzuma dokınan kişiye, o güler yüzlü hemşireye baktım. Ben burda hayatımın en ağır darbesini geçiştirmeye çalışırken onun hiç bir şey yokmuşçasına bana sıcak bir gülümseme sunması sinirimi bozuyordu. Hayır hayır, bu bir gülümseme değildi, bu bana acıdığını gösteren küçümseyici bir tebessümdü ya da ben öyle görmek istiyordum.
              Nazikçe eğildi karşımda ve benim göz hizama geldiğinde durdu.        " Söylesene kuzum, niye burada öylece bekliyorsun? Akrabalarından hiçkimse gelmedi mi hastaneye?"
           Bu sözleriyle işte bir kat daha arttırmıştı sinirimi.
            "Senin akrabaların nasıl insanlar bilmiyorum ama benimkiler asla öyle bir şey yapmaz tamam mı! Daha onları üzmek için erken olduğunu düşündüğüm için haber vermedim hiç birine! Ha söylesene bu söylediklerim senin o aşağılık sorunun cevabını karşıladı mı?!"
            Bu ani çıkışım karşısında neye uğradığını şaşırmıştı kadın. Beni sakinleştirmek istercesine dizime hafif hafif vururken:
           "Ben sadece 16 saattir gözüne uyku girmedi, belki yorulmuşsundur diye düşündüm. İstersen biraz dinlen, burada başkası beklesin demek için o soruyu sormuştum. Eğer seni kızdırdıysam özür dilerim genç hanım."
             Diyerek ayrıldı yanımdan. "Eğer senin de baban ölmüş ve annen de yaşama tutunabilmek için ölüm kalım savaşı veriyor olsaydı uyuyabilir miydin?" Demek geliyordu içimden ama tuttum kendimi ve kafamı tekrardan bacaklarımın arasına gömüp ağlamama kaldığım yerden devam ettim.
...
            Gözlerim artık yavaş yavaş kapanmaya başlamışken koridoru dolduran ayak sesleriyle irkildim. Hemşireler, doktorlar... Her biri annemin odasına doluşuyordu. Ve bu ani hareketlenme içimde karanlık bir korkuya sebep olmuştu.
          Tekrar ağlamak istemiyordum, o karanlığın beni tekrardan beyaz duvarlara çarpmasını istemiyordum ama yanaklarımı yavaş yavaş ıslatan gözyaşlarıma da engel olamıyordum.
          İçimdeki son bir güçle kalktım ayağa ve kendimi sürüye sürüye geçtim annemin kapısının önüne. Olanca gücümle vuruyordum kapıya ve tüm içtenliğimle sesleniyordum anneme.
             "Anne, lütfen beni de koca bir karanlığa boğma! Artık renk cümbüşü içinde gülmek istiyorum. Ağlamak istiyorum ama mutluluktan ağlamak istiyorum. Lütfen küçücük bir mutluluğu bari çok görme bana!"
             Sonrasında ise yavaş yavaş kendimi yere bırakmıştım. Şuan o kadar güçsüz, o kadar acizdim ki...
             Akan gözyaşlarımdan önümü göremiyordum artık, duyabildiğim tek ses kulaklarımda tekrar tekrar yankılanan hıçkırıklarımdı. Sonrasında ise annem belirdi karşımda. O kemikli elini bana doğru uzattı ama tutamadım, o kadar güçsüzdüm ki elimi kaldırmak bile bir mucizeyle gerçekleşebilecekmiş gibi geliyordu. O ise benim bu acizliğim karşısında daha da yaklaştı bana ve benimle aynı hizaya gelebileceği şekilde eğildi. Kafamı göğsünün arasına aldı ve eliyle yavaş yavaş okşamaya başladı saçlarımı. Benden ayrılmadan önce ise şunu fısıldadı kulağıma:
"Her zaman seninle birlikte olacağım Inn Soe, bundan sonra nefes alış-verişin bile benimle olacak."
             Bir veda konuşması gibi, bir ayrılığın birleşimi gibi konuşmuştu. Hayır asla beni bırakmayacaktı. Çünkü her zaman benimle birlikte olacağına söz vermişti. Benim annem sözünde dururdu, duracaktı da.
             Gözyaşlarım bunun tam tersini söylese de ben güveniyordum anneme, beni dünyaya geldiğimden beri kanatları arasında taşıyan o melek ölmeyecekti, ölemezdi.

BANGTAN'IN MENAJERİWhere stories live. Discover now