5. Bölüm

4.5K 319 95
                                    

Bazı gerçekler dünyanın neresinde olursanız olun değişmezdi. Güneş batmadan gece olmaz,  çiçek açmadan ağaç meyve vermezdi ya da kozaya girmeden tırtıl kanatlanamazdı. 

Marcus; doğaya dair bu basit değişmezleri kabul etmekte, belki de hiçbirini değiştiremeyeceği için, zorlanmazdı. Ama... Elbette insanların değiştirebileceği şeyler de vardı ve Marcus'a göre bazıları kesinlikle değiştirilmeliydi. Ne yazık ki değiştirmek bir yana sanki bütün insanlık onlara sıkı sıkıya bağlı kalmaya yemin etmiş gibiydi: Tanıştırılmadan biriyle, özellikle de bir kadınla, konuşamamak; yas süresi dolmadan matem elbisesini çıkaramamak; eğilip bükülmeden selamlaşamamak...

Hepsi ve daha fazlası, insanların bir kutunun içine sıkıştırılmış hayatlar sürmesine neden oluyordu. İşin garip tarafı: Bazıları bu saçmalıklar silsilesini seviyordu ya da en azından seviyor gibi görünüyordu. Marcus'a göre hepsi ahmaktı. 

Aynı biçimde olmasa da Marcus da bir çeşit ahmaktı: Sosyal hayatın dayattığı kuralları, zaman zaman, tek başına değiştirebileceğini sanarak hareket ediyordu. Oysa karşı çıktığı her şeyin kalbi olan bir şehirde büyümüştü ve hala orada yaşıyordu. Gerçekleri, tamamen yanlışlardan inşa edilmiş olsalar bile, değiştirmenin hiç kolay olmadığını da yine orada öğrenmişti. Buna rağmen o koca şehirden ayrılalı henüz iki gün değil de iki yıl geçmiş gibi Catherine St. John'la başa başa geçireceği birkaç saati kolayca hayal edebilmişti. Güneşli havada uzun bir yürüyüş yapacak ve o yürüyüşü alaycı kelimelerle dolu keyifli bir sohbetle süsleyeceklerdi. 

Doğal olarak yanılmıştı. Yine de uzun zamandır ilk kez ilgisini çeken bir kadınla yanlarında başka kimse olmadan yürüyebileceğini umma aptallığına düştüğü için pişman değildi.    

Ulaşmak için babasıyla iki gün boyunca süren acı verici yolculuğa katlanmak zorunda kaldıkları bu kasaba, gerçekten çok küçüktü; Marcus, bunu St. Johnların bahçesinden çıktıkları andan itibaren geçen yarım saatte anlamıştı. Özellikle üzerinde yürüdükleri bu ana caddeyi görünce yargısı kesinleştirmişti çünkü yerleşim yerlerinin nüfusu hakkında en genel bilgiyi, sahip oldukları ana caddeler verirdi. Sıra sıra dizilmiş iş yerlerinin büyüklüğünü ve sattıkları malzemenin çeşitliliğini, oralardan alışveriş yapan insan sayısı belirlerdi: Kalabalık yerleşim yerlerinde iş yerleri büyür, vitrinlerde çeşitlilik artardı. Mağaza sahibi bu çeşitliliği rahatlıkla göze alırdı çünkü en kötü malına bile en az bir alıcı çıkacağını bilirdi. Oysa bu kasaba gibi küçük yerlerde bazı mallar yıllarca dursa bile onları kimse almaz; en sonunda kimi eskidiği, kimi modası geçtiği, kimi de bozulduğu için ya atılır ya da yok pahasına elden çıkarılırdı.   

Böyle yerlerde doğal olarak iş yeri sayısı da az olurdu. Şu ana kadar Marcus; mutfakta  kullanılanlar ağırlıklı olmak üzere çeşitli malzemeler satan birkaç dükkan, bir kasap ve bir de terzi görebilmişti. Ayrıca mobilya mağazasından çok tamir atölyesine benzer bir yer vardı ki Marcus, hangisi olduğuna daha tam olarak karar verememişti. Caddenin başında demircinin önünden geçmişlerdi ve sonunda onları bir nalbur bekliyorsa doğrusu Marcus hiç şaşırmayacaktı. 

Alışverişin doğası gereği müşteri; ihtiyaçlarının tamamını aynı anda, aynı yerde karşılayabildiğinde mutlu olurdu. Bu kasabada müşterinin mutluluğu, en fazla beş yüz metrekarenin içinde toplanmıştı ki bu da Londra'nın küçük mahallelerinden birinin pazar yerinin yarısına, hatta dörtte birine ancak denk gelirdi. 

Bu kıyas götürmez devasa farka rağmen Londra ve Beatrice St. John'ın o çok bilmiş sesiyle vurguladığı gibi, yarım günde dolaşılabilecek bu kasaba arasında benzeyen yanlar da vardı ve ne yazık ki çoğunu ve yine ne yazık ki tahmin edilir biçimde sosyal hayatın kuralları oluşturuyordu. Bekar bir erkekle bir kadının sıradan bir yürüyüş için bile yanlarında "eşlikçi" olmadan yürüyememeleri de o kurallardan yalnızca biriydi. 

BOŞA GEÇEN YILLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin