8

177 43 9
                                    

"İnsan ömrü bir an sürer, özümüz artsız aralıksız bir akış, algımız belirsiz, tüm bedenimiz bozulmaya yazgılı, ruhumuz bir kargaşa, yazgımız öngörülemez, ünümüz güvenilmezdir. Tek sözcükle, bedenimize ait olan her şey akan bir ırmaktır, ruhumuza ait olan her şey de salt düş ve yanılsamadır..."*

Tableti hemen önüme fırlattı.

"Felsefe güzel şey doğrusu. Her ne kadar fizik eğitimi alsam da felsefeye saygım sonsuz. Sanırım gerçek olmadığımıza Platon kadar yaklaşan kimse olmadı. Sence de öyle değil mi?"

Sahilin azgın sularına bu sefer hiç olmadığım kadar yakındım. Devasa bir dalganın bir canavarın ağzı gibi açılıp beni tek bir lokmada yutmasını bekliyordum. Beni yeryüzünden tamamen silmesini. Beni ben yapan her şeyi. Anılarımı. Hiç var olmamış olmanın güzelliğini bana tattıracak her şeye razıydım.

"Sana diyorum," diye dürttü beni.

Ona aldırış etmedim. Onu yok saymak şu durumda yapabildiğim en iyi şeydi.

"Hıh," dedi omuz silkerken. Ona bakmasam da o sinir bozucu ifade zihnimde belirdi.

"Mağara alegorisini biliyorsun."

Doğruca bana bakıyordu. Bacaklarıma biraz daha sarıldım, başımı dizlerime gömdüm. Gözlerim sımsıkı bir şekilde kapalıydı.

"Demek bilmiyorsun, şu alegorinin güzelliğini dinle öyleyse**: Çocukluklarından beri bir yer altı mağarasında yaşayan bir grup insan düşün, diye başlar Platon. Ellerinden ve ayaklarından zincirlenmişler, başlarını bile kıpırdatamadan bir duvara dönük şekilde yaşıyorlar."

Benden yanıt gelmeyince devam etti.

"Bu mağaranın kapısı açık. Arkalarında ve uzakta bir tepenin üzerinde yanan ateşin ışığı hemen sırtlarına vuruyor ve bu ateşle bu insanların arasından yüksek bir yol geçiyor."

Kolumdan sarstı.

"Canlandırabiliyorsun değil mi? Edebiyatçı değilim ama gayet iyi anlatıyorum bence."

"Kes sesini!" diye mırıldandım dişlerimin arasından. Kıkırdadı.

"Evet, dinle. Bu yol boyunca diyor, alçak bir duvar örülmüş. Şimdi de bu alçak duvarın arkasından geçen çeşit çeşit insanlar düşün. Ellerinde eşyalar taşıyorlar, heykeller, hayvanlar, tuhaf tuhaf cisimler. Aklına gelebilecek her şey."

Bir kez daha dürttü beni. Başımı kaldırıp doğruca gözlerine baktım. Oldukça mutlu görünüyordu. Benim aksime neredeyse mutluluktan ölecekti.

"Ee," dedim bezgin bir şekilde. Bundan ne kadar erken kurtulursam o kadar iyiydi.

"Yoldan geçen insanlardan kimisi konuşuyor, kimisi de sessiz. Mağaradaki bu insanlar diyor, o güne dek sadece duvara yansıyan gölgeleri tanımışlar, bu seslerin o gölgelerden geldiğini sanmışlar, o güne dek, bildikleri tek gerçeklik bu. Tam da bu noktada, içlerinden birini serbest bırakıp ayağa kaldıralım diyor, başını çevirip ışığın geldiği yöne döndürelim, gözleri ışığı ilk kez gördüğü için acı çekmez mi, gölgelerini gördüğü nesneleri seçmekte zorlanmaz mı? O da bunları yaşıyor. Peki ya zorla mağaradan dışarıya çıkarsak, o yokuştan yürütüp güneş ışığının bulunduğu yere kadar sürüklesek, canı yanmaz mı? Işık gözlerini büsbütün kör etmez mi? Elbette önce gözlerinin ışığa alışması gerek. Bir süre sonra da gölgelerini gördüğü nesneleri seçmeye başlayacak. Bundan sonra gözlerini yıldızların ve Ay'ın ışığına kaldırarak göğün kendisini daha rahat seyredebilecek."

Gün bir anda geceye döndü. Başımı kaldırdım bir an için. Ay hilal evresindeydi, yine de ışığı düşmüştü okyanusun üzerine. Gökyüzü ışıl ışıldı. Başımı ona çevirdim yeniden. Bir süre sessiz kaldı.

SİMÜLASYONWhere stories live. Discover now