UÇURUM

7 2 0
                                    

Onu hapsetmiştim, aslında onu sadece korumak istemiştim, ama başaramamıştım.

Onu kapalı kapılar ardına saklarsam, üzerine duvarlar örüp onu kimsenin görmemesini sağlarsam, onu korumayı başarabilirim sanmıştım. Ama yanılmıştım. Başaramamıştım...

İnsanlar sadece o duvarları görürse beni yıkamazlar sanmıştım, ama zaten beni insanlar yıkmamıştı. Beni kendi kanımdan kendi canımdan biri yıkmış, paramparça etmişti.

Böyle bir zararı bana insanlar değil, en yakınım vermişti. Babam dediğim adam darbeyi ilk yediğim insandı. Ondan sonra benim canımı onun kadar acıtan, beni yıkan, paramparça eden başka biri olmamıştı hayatımda. Kimse onun kadar acımasız gelmiyordu bana.

O kız çocuğu içimde hapsolmuştu, onu dışardakilerden korumak isterken kendimden koruyamamıştım. Onu yalnızlaştırmıştım zarar görmesin diye, onu içime hapsetmiştim kimse ona dokunamasın diye,

ama zihnimdekileri yada yaşadıklarımı onun da hissedebileceğini onunda görebilceğini bilmiyordum.

O mutlu kız çocuğunu oraya hapsetmiştim çünkü her zorluk yaşadığımda her acıyı hissettiğimde, her düştüğümde. Onu hapsettiğim o kutudan çıkarıp ona bakıcaktım, gözlerindeki mutluluğu görecektim, ve yeniden ayağa kalktığımda mutlu olabilecektim.

Yeniden umuda tutunabilecektim, belki de yeniden nefes alabilecektim.

Ancak öyle olmamamıştı, o da aynı şeyleri benimle yaşamıştı, benimle yalnızlaşmıştı, benimle ağlamıştı, o karanlıkta benimle kalmıştı. Artık o mutlu kız çocuğu yoktu, gözleri parlamıyordu, benimle birlikte o kadar karanlıkta kalmıştı ki artık onu o karanlığın içinde kaybetmiştim. Onu bulamıyordum, bazen sesini duyabiliyordum ama onu göremiyordum.

Işık tutmayı denemiştim, ışık ikimizinde canını çok yakmıştı, karanlığa o kadar alışmıştık ki gözlerimizi acıtmıştı, artık ışık ruhumuzu yakıyordu, ışık ruhumuzu aydınlatmıyordu, ışık bizim ruhumuzu yok ediyordu.

Ölümü hayal ederken bile, bazı insanlar beyaz ışığı gördüklerini söylerlerdi. Ben ölümü hayal ettiğimde...

Karanlıkta, iki uçurum arasında, siyah taş bir köprünün olduğu bir yer canlanıyordu gözümde, şimdi o köprünün ortasında gibi hissediyordum kendimi, yere oturup dizlerimi kendime çekmiştim, dizlerime sarılmıştım, çünkü sarılacak başka kimsem yoktu... Başımı dizlerime yaslamış simsiyah köprüye bakıyordum. Uzun siyah saçlarım başımın iki yanından sarkıyordu, saçlarım yere sürtünüyordu.

Sessizlik... İlk defa bu kadar sessizdi.

Çok güzeldi, ölüm böyle birşey miydi? Bu kadar güzel olacağını hiç tahmin etmemiştim.

Gözlerimden bir damla yaş geldiğinde, bu damlalar acıya ait değildi, aksine ölü deniz gibi durgun, dalgasız, hareketsizdim, dinmiştim.

Köprüden gelen küçük adım sesleri duydum ama hareket etmedim artık dinlenmek istiyordum, burda kalmak istiyordum, hatta yıllarca burda kalabilirdim, hiç sesimi çıkarmadan, olmazmıydı?

Adımların bana yaklaşmasıyla dudaklarımı birbirine bastırıp sessizce hıçkırdım, siyah ayakkabılar görüş alanıma girdiğin de.

"Lütfen" dedim fısıdıyarak içli bir hıçkırık kaçırmıştım nefesimden "burada kalmama izin ver." gözlerimden damlayan yaşlara engel olamıyordum, geriye dönmek istemiyordum.

SAFİR & ZAFİRWhere stories live. Discover now