- ne kazanmak, ne de kaybetmek iyi hissettiriyor.

193 31 61
                                    

han jisung

"harikasın, devam." karşıdaki koçun boks eldivenine sertçe vurup, bana vurmaya çalıştığı atışlardan kaçıyordum. kan ter içinde kalmış, nefes nefeseydim ancak koça kendimi kanıtlamam gerekti. koç vurduğum yumruklara karşı yerinde stabil durmak için uğraşırken, ben de yapabileceğimin en iyisini yaparak en iyi vuruşlarımı yapmaya çalışıyordum.

nefesim tükenmeye başlayıp öksürmeye başlayınca, bunu farketti ve kendini geri çekti küçük bir bağırışla. "woah, çok iyiydin!"

ben yere otururken hoca omzumu sıvazlayıp suyundan bir yudum almıştı. "kesinlikle çok iyisin, ama lütfen tüm sinirini de benden çıkartma, bir an kendini kaybedip beni öldüreceksin sanıyorum."

hocanın dediğine derin ve hızlı nefeslerim arasında kıkırdarken, kafamı eğip bir süre kendime gelmeye çalıştım. ne kadar bu tempoya alışık olsam da, ister istemez yoruluyordum.

"bugünlük yeterli, öleceksin nefessizlikten şimdi." koç omzumu patpatlayıp olduğum yerden uzaklaşırken, ben de elime tişörtü alıp ayağa kalktım ve su şişesini de çöp kutusuna fırlatarak platformdan inmek üzereydim.

ta ki, bir köşede tek omzuna astığı çantasıyla duvara yaslanmış, tek bacağını duvara koyarak kendini desteklemiş, gözleri beni takip eden minho'yla karşılaşana kadar.

daha doğrusu ben değil, gözlerim karşılaşmıştı onunla. yüzündeki ufak tefek kızarıklıklar ve yaralar, bugün antrenmanının olduğunu gösterse de -ki biliyordum-, uçlarından kurumaya başlamış saçları burada uzun zamandır beni beklediğini ele veriyordu.

tişörtü üstüme geçirirken küçük bir gülümseme yayıldı yüzüme. bu çocuk aptal, diye geçiriyordum hep içimden. her ortak antrenman çıkışında beraber çıksak da, o arkamda sessizce yürür, ben de önde salak gibi gülümseyerek arkamda gelmesinin rahatlığıyla hızlıca yürürdüm. bazen koşması gerekiyordu küçükçe, en komiği de buydu. boksta iyi olsa da koşmada benim kadar iyi değildi.

çantamı sağ koluma asıp yanından hızlıca geçerken, kısık bir ses ulaştı kulağıma. "montunu geçir üzerine, hasta olacaksın."

biliyordu bağışıklığımın düşük olduğunu. biliyordu çabuk hasta olduğumu, hakkımdaki çoğu şeyi biliyordu ve her zaman bunları yanından geçerken veya önünden yürürken söylerdi. 'montunu giy, atkını tak, bağcıklarını bağla, kırmızı ışık yanıyor, geçme.' hoşuma gitmiyor da değildi. bazen sırf o naif sesi kulağıma az da olsa ulaşsın diye bağcıklarımı da bağlamazdım, montumu da giymezdim. çocukluktu belki de yaptığım, onu endişelendirmemem gerekirdi ancak o da biliyordu bazen bilerek yaptığımı. beden dilimle çabuk belli ediyordum bazı şeyleri.

onun sesini duyduktan sonra o görmeden gülümseyip çantamı yere koyarken, askıdaki montu geçirdim üstüme. onun yamuk gülümsemesini ne kadar perspektifim onda olmasa da, bulanık bir şekilde görebiliyordum. biliyordum işte, onun da hoşuna gidiyordu tüm bunlar. onun için mont giymemem, bir şeyleri yapmamam, beni koruyormuşçasına arkamdan yürümesi ve benim yamuk yürüyüşüm.

çantamı bu sefer iki omzuma da atarken, binadan çıkmadan önce arkama baktım ne yapıyor diye. yine yavaş ve sakin adımlarıyla, her zamanki o garip çekiciliğiyle arkamda yamuk bir gülümsemeyle yürümeye devam ediyordu.

binadan çıkmadan önce kapıdan rahatça geçmesi için kendimin rahatça geçebileceğim aralığın iki katı kadar açtım kapıyı. merdivenlerden yavaşça inmedim, hızlı ve zıplayan adımlarla indim, o ise büyük ihtimalle bu hâlime gülüp sakince arkamdan yürümeye devam etmişti.

bina ve bahçesinden çıkıp bu büyük caddeden ayrıldıktan sonra, siteye giden yolumuzda, ağır bir sigara kokusu ulaştı burnuma. minho'dandı bu, biliyordum. her zamanki şu aromalı sigaralarından birini içiyordu ve kokusu bana kadar gelmişti.

hide and seekWhere stories live. Discover now