ON İKİNCİ BÖLÜM

5.6K 810 126
                                    

Korkunun birçok türü vardı.

Kaybetme korkusu, sevilmeme korkusu, kalabalık korkusu, yalnızlık korkusu... Bunlar sadece basit birer örnek. Liste uzayıp gidiyordu ve sonu asla yoktu.

Önümde oturan, bedeni endişeyle kasılmış çocukla evlerine doğru at sürerken kalbimdeki korkunun ne olduğunu biliyordum.

Ölümden korkuyordum.

Hayatım boyunca ölümden bir kere bile korktuğumu hatırlamıyordum. Ölüm sevdiklerinizden birini almadan sizin gözünüzü korkutamazdı. Siz onu uzaktan görür, çekinir, endişelenir ama tam anlamıyla korkmazsınız. Bazen de öyle birinin hayatını almaya kalkar ki ne tehlikede olan kişinin size yakınlığı önemlidir ne de kim olduğu.

Minik Rose. Ölümün soğuk pençesinin gölgesi üzerine düşsün bile istemiyordum.

Ama salgın hastalıkların, hijyenin olmadığı bu zamanda bir bebek ilaç olmadan, hastane olmadan nasıl iyileşirdi? Ruhumun karardığını hissederken kırılgan bir çiçek gibi yüreğimde yer eden umuda sıkıca sarılmaya çalışıyordum. Gözlerimi hızla kırpıştırıp akmak üzere olan yaşlardan kurtuldum. Güçlü olmanın tam zamanıydı.

Biraz olsun tıp bilgim olmasını diledim. Koca karı ilaçlarını bile bilmezdim ben. Hasta olduğumda hemen ilaç alır geçmesini beklerdim. Şimdi hiç ilgilenmediğim için kendime lanet ediyordum. Sağlık eğitimi alan insanların şanslı olduğunu düşündüm. Hayattan kopmak üzere olan birini kurtarabilme yetileri vardı. Bu bazen oluyordu bazen de kötü sonuçlanıyordu. Yine de onların sihirli güçleri olduğunu düşünürdüm.

Sonsuzluk gibi gelen bir sürenin ardından evin bahçesine ulaştığımızda atı durdurdum. Nick'i kollarının altından tutup indirmeye çalıştım. Hemen kendini yere atarak indi. Beklemeden bende indim.

Yakın zamanda geldiğim ev neşe ve sevgiyle doluyken şimdi kasvetliydi. Bahçedeki hayvanlar belki açlıktan belki yaşanılan uğursuz zamandan dolayı durmadan bağırıyor insanın ruhundaki korkuyu daha da büyütüyordu.

Nick kulübenin kapısından içeri girerek gözden kaybolduktan sonra tereddütlü adımlarla bende kulübeye doğru ilerledim. O sırada kulübenin girişinde beni karşılayan adamı bir an tanımakta zorlandım. Nick'in babası sanki on yaş daha yaşlı duruyordu. Ona bakarken acısını görebiliyordum.

"Nasıl?" diye sorabildiğim sadece. Sorarken dudaklarımın titrediğini hissedebiliyordum. Bir yanım oradan gitmek için can atıyordu. Arkamı dönüp ata binerek olabilecek en kuytuya saklanarak olaydan da yaşatacağı acıdan da uzaklaşmak istiyordum.

Adam bana baktığında gözlerindeki acıyı hissettim. "Rose dayanamadı," dedi. Belki başka şeylerde söyleyecekti ama tahta varenda da duran eski sandalyeye oturup ağlamaya başladığında ne diyeceğimi bilemedim. Gözlerim yaşarıyor, adamın acısı yüreğimi dağlıyordu. Elimi hıçkırırken sarsılan omzuna koydum.

İçeriye, annenin yanına gitmem gerektiğini biliyordum. Bundan kaçıp saklanamazdım. Acı çeken kadının yanında durmalıydım. Elimi kapıya uzatıp gıcırdayarak açılmasını sağladım. İçerisi bir an aydınlık güne karşın karanlık gibi göründü. Gözüm alıştığında ise köşede yanyana oturmuş, endişeyle annelerine bakan çocukları gördüm. Hepsinin gözleri hüzünle gölgelenmişti. Tam olarak ne olduğunu bilmeyenlerin bile.

Odanın köşesinde dört direkli yatakta kucağında bebeğini sallayan kadını gördüm. Yüzü bomboştu. Bebeğini göğsüne bastırmış sanki hala yaşıyormuş gibi onu uyutmaya çalışıyordu. Çok geç kalmıştık.

Ayaklarıma sanki beton dökülmüş gibi kendimi orada kımıldayamaz halde buldum. Kadının acısını yüreğimde hissediyordum. Ben anne olmamıştım bu yüzden kaybının verdiği acının boyutunu bilmiyordum.

Dük ile Beş ÇayıWhere stories live. Discover now