5

522 43 1
                                    

ÜÇ

Akşam eve elimde önemli bir açıklamayla, hakiki bir olguyla dönmemiş olmak umut kırıcıydı. Kadınlar erkeklerden daha yoksuldur, çünkü – filan falan. Belki de artık gerçeğin peşinde koşmaktan vazgeçip başıma lav kadar yakıp kavurucu, bulaşık suyu kadar bulanık bir sel halinde fikirlerin yağmasına razı olmalıydım. Perdeleri kapatmak daha iyiydi, dikkatimizi dağıtacak şeyleri dışarıda bırakmak, lambayı yakmak, araştırmayı daraltmak ve fikirleri değil de gerçekleri kayda geçiren tarihçiden, kadınların, bütün çağlar boyunca değil de İngiltere'de, örneğin Kraliçe Elizabeth döneminde hangi koşullarda yaşadıklarını anlatmasını istemek daha iyi olacaktı.

                Görünüşe göre her iki erkekten birinin elinden şiir ya da sone yazmak gelirken neden hiçbir kadının edebiyatın o olağanüstü türünde tek bir kelime bile yazmadığı bugüne dek yanıtı bulunamamış bir muammadır. Kadınlar nasıl koşullarda yaşadılar, diye sordum kendime; çünkü kurmaca yazı, yani imgelemin ürünü olan bir çalışma, çakıl taşı gibi atılmaz yere, bilimse öyle olabilir; kurmaca, örümcek ağı gibidir, çok hafif de olsa yine de dört bir köşesinden hayata tutunur. Çoğunlukla pek fark edilmez bu tutunuş; Shakespeare'in oyunları örneğin, o köşelerde kendiliklerinden asılı gibidirler. Ama örümcek ağını kenara çekince, ağ kenarından takılı kalıp, ortasından yırtılınca, bu ağların soyut varlıklar tarafından havada örülmediğini, acı çeken insanlar tarafından yapıldığını, sağlık ve para ve içinde yaşadığımız evler gibi somut şeylere bağlı olduklarını hatırlarız.

                Tarih kitaplarının durduğu rafa giderek en yenilerden birini çekip aldım: Profesör Trevelyan'ın İngiltere'nin Tarihi kitabını. Bir kez daha 'Kadınlar' başlığını aradım, 'konumu' diye bir bölüm bulup bulunduğu sayfayı açtım. "Eşini dövmek" diye okudum, "erkeğe tanınan bir haktı. Hem alt hem yüksek tabaka tarafından utanmazca uygulanıyordu... Benzer biçimde," diye devam ediyordu tarihçi, "annesiyle babasının seçtiği erkekle evlenmeyi reddeden kız evlat odasına kilitlenebilir, dayak yiyebilir, odada duvardan duvara fırlatılabilirdi, üstelik kamuoyu bu durum karşısında hiç de dehşete düşmezdi. Evlilik sevgiyle ilişkili bir konu değildi, ailenin para hırsına bağlıydı, özellikle de "onurlu" üst tabakada... İki taraftan biri ya da her ikisi daha beşikteyken söz kesilir, neredeyse çocukluktan çıkarken evlendirilirlerdi." Bu okuduklarım 1470 civarındaydı, Chaucer'ın döneminden hemen sonra. Kadınların konumuna değinen bir sonraki bölüm iki yüz yıl kadar sonraydı, Stuart'lar döneminde. "Evlenecekleri kişiyi seçmek hâlâ üst ve orta tabakadan kadınlara tanınan bir ayrıcalıktı, kocanın kim olduğu tayin edildikten sonra erkek, kadının sahibi ve efendisi olurdu, en azından yasalar ve gelenekler elverdiği kadar. Yine de," diye sözünü bağlıyordu Profesör Trevelyan, "ne Shakespeare'in kadınları ne de Verney'ler ve Hutchinson'lar gibi on yedinci yüzyıla ait gerçek anılardaki kadınlar kişilik ve nitelik açısından eksik görünürler." Elbette, düşünecek olursak Kleopatra'nın bir duruşu vardı herhalde; Lady Macbeth'in iradesini kullandığını varsayabiliriz; Rosalind çekici bir kız olmalı diye düşünüyorum. Shakespeare'in kadınlarının kişilik ve nitelik açısından eksik olmadıklarını söylerken sadece gerçeği dile getirmiş Profesör Trevelyan. Tarihçi olmadığımıza göre, biraz daha ileriye gidebilir ve ezelden beri bütün şairlerin bütün yapıtlarında kadınların işaret ışığı gibi yandıklarını söyleyebiliriz – Oyun yazarlarında Clytemnestra, Antigone, Kleopatra, Lady Macbeth, Phèdre, Cressida, Rosalind, Desdemona, Malfi Düşesi; düzyazı yazanlarda, Millamant, Clarissa, Becky Sharp, Anna Karenina, Emma Bovary, Madame de Guermantes – bu adlar insanın aklına üşüşürken 'kişiliği ve niteliği eksik' kadınları düşündürmüyor hiç. Aslında, eğer kadın, sadece erkeklerin yazdığı kurmacalarda var olsaydı, kadının büyük öneme sahip biri olduğunu hayal ederdik; çok farklı; yürekli ve huysuz; muhteşem ve çıkarcı; müthiş güzel ve aşırı derecede çirkin; bir erkek kadar büyük, bazılarına göre erkekten de büyük.(8) Ama bu, kurmacadaki kadın. Aslında, Profesör Trevelyan'ın da işaret ettiği gibi, kadın odasına kilitleniyor, dayak yiyor, oraya buraya fırlatılıyordu.
               
(8)'Kadınların neredeyse Doğu'ya özgü bir baskı altında, odalık ya da köle gibi tutuldukları Athena kentinde sahnede Clytemnestra ve Cassandra, Atossa ve Antigone, Phèdre ve Medea ve 'kadın düşmanı' Euripides'in her oyununda ortaya çıkan bütün öteki kadın kahramanlar gibi kahramanların görünmüş olması tuhaf ve hemen hemen açıklanamaz bir gerçek olarak kalır. Ama gerçek hayatta saygın bir kadının sokağa neredeyse tek başına adım atamadığı, ama sahnede kadının erkeğe eşit hatta üstün olduğu bir dünyadaki çelişki için asla tatmin edici bir açıklama sunulmamıştır. Ne olursa olsun, Shakespeare'in eserleri üzerinde son derece baştan savma yapılan bir inceleme (Marlowe ya da Johnson ile olmasa da Webster ile benzer biçimde) Rosalind'den Lady Macbeth'e kadar kadınların bu üstünlüğünü, bu girişimciliklerini ortaya koymaya yeterlidir. Racine'de de aynı şey geçerlidir. Tragedyalarından altı tanesi kadın kahramanlarının adlarını taşır; Hermione ve Andromaque'nin, Berenice ve Roxane'ın, Phèdre ve Athalie'nin karşısına onun hangi erkek kahramanını çıkarabiliriz? Ibsen'de de aynı şey; Solveig ve Nora ile, Hedda ve Hilda Wangel ile, Rebecca West ile boy ölçüştürebileceğimiz erkekler var mıdır?' F. L. Lucas, Tragedy (Tragedya).

Kendine Ait Bir OdaWhere stories live. Discover now