6

496 38 1
                                    

Ama kadınlar için diye düşündüm, boş raflara bakarak, bu güçlükler çok daha fazla ürkütücüydü. Bir kere, aile gerçekten varlıklı değilse, ya da soylu değilse bırakın sakin bir odayı ya da ses geçirmez bir odayı, kendine ait bir odası olması bile söz konusu değildi kadının, on dokuzuncu yüzyılın başına kadar durum buydu. Evleneceği erkeğe verilen para, ki kızın babasının iyi niyetine bağlıydı bu, sadece üstüne başına yeterdi kızın, hepsi de yoksul erkekler olan Keats, Tennyson ya da Carlyle'ı avutan şeylerden bile yoksundu kız, bir gezintiden, Fransa'ya kısa bir yolculuktan, ne kadar perişan olsa da kendisini ailesinin taleplerinden ve baskılarından koruyan ayrı bir evden. Bu tür maddi zorluklar çok ürkütücüydü; ama maddi olmayanlar çok daha kötüydü. Keats ve Flaubert ve diğer üstün yetenekli adamlar dünyanın kendilerine kayıtsız kalmasına güç dayanıyorlardı, ama kadınlara baktığımızda bu kayıtsızlığın yerini düşmanlık alıyordu. Dünya kadına, erkeklere dediği gibi 'İstersen yaz, umurumda değil', demiyordu. Dünya kaba kaba gülerek, 'Yazmak mı?' diyordu. 'Yazman ne işe yarıyor?' İşte bu noktada Newnham ve Girton'daki psikologlar bize yardımcı olabilirler, diye düşündüm, raflardaki boşluklara tekrar göz atarken. Çünkü bir süt ürünleri firmasının sıradan sütle üstün kaliteli sütün bir farenin bedenindeki etkilerini ölçtüğünü gördüğüm gibi, cesaret kırılmasının sanatçının zihnindeki etkilerini ölçmenin zamanı gelmişti mutlaka. İki kafesteki iki fareyi yan yana koymuşlardı, farelerden biri sinsi, pısırık ve ufaktı, diğeriyse gösterişli, gözü pek ve iri. Peki, sanatçı kadınları nasıl besleriz, diye sordum, sanırım şu keklikli, kuru erikli yemeği hatırlayarak. Bu soruyu yanıtlamak için akşam gazetesini açmak ve Lord Birkenhead'in fikrine göre... diye okumam yeterliydi – ama Lord Birkenhead'in kadınların yazmaları hakkındaki düşüncelerini buraya kopyalama zahmetine girişecek değilim. Dekan Inge'nin söylediklerine dokunmayacağım. Harley Sokağı'nın uzmanı bağırıp çağırarak Harley Sokağı'ndaki yankıları canlandırabilir, ama benim kılım kıpırdamaz. Ancak Oscar Browning'in (11) sözlerini tekrarlayacağım, çünkü bir zamanlar Mr. Browning Cambridge'de önemli bir isimdi, Girton'daki ve Newnham'deki öğrencilere sınav yapardı. Mr. Oscar Browning, 'sınav kâğıtlarına baktıktan sonra zihninde kalan izlenimin, verebileceği notlardan bağımsız olarak, en iyi kadının bile zekâ bakımından erkeklerin en kötüsünden aşağıda olduğunu' söylemeye eğilimliydi. Bunu söyledikten sonra Mr. Browning evine dönerdi –onu sevdiren, heybetli ve gösterişli bir adam yapan da şimdi söyleyeceğim şeydir– evine döner ve ahırda çalışan bir yamağın kendi kanepesinde uzanıp yatmış olduğunu görürdü – 'sıskanın biriydi, yanakları çökmüş, beti benzi solmuş, dişleri kapkaraydı, üstelik kollarını bacaklarını da hareket ettirmekte zorlanıyordu. Arthur bu," (dedi Mr. Browning). "Çok sevimli bir oğlan, çok da soylu." Bu iki tablo bana hep birbirini tamamlarmış gibi görünür. Ve ne mutlu ki bu biyografi çağında bu iki resim çoğunlukla birbirini gerçekten tamamlar, böylece büyük adamların fikirlerini, sadece söyledikleriyle değil, yaptıklarıyla da yorumlayabiliriz.

(11) Oscar Browning (1837-1923), İngiliz yazar, tarihçi, eğitim reformcusu. (ç.n.)

Ama şimdi bu mümkün olsa da önemli kişilerin ağzından çıkan bu fikirler elli yıl önce bile pek ürkütücü olmuş olmalı. Varsayalım ki bir baba, soylu nedenlerle kızının evden ayrılıp yazar, ressam ya da biliminsanı olmasını istemiyordu. 'Bak Mr. Browning ne diyor,' derdi; hem sadece Mr. Browning de değil; Saturday Review gazetesi; Mr. Greg de vardı – 'bir kadının varlığının temeli' diyordu Mr. Greg, üzerine basa basa, 'erkeklerden destek alması ve erkekler tarafından yönetilmesidir'–; erkeklerin görüşü öyle büyük yer kaplıyordu ki kadından entelektüel bir şey beklenemezdi. Babaları bu görüşleri yüksek sesle okumasa bile her kız bunu kendi kendine okuyabilirdi; on dokuzuncu yüzyılda bile bunları okuyunca kızların hevesi kırılır, işlerine yansırdı herhalde. Sürekli, şunu yapamazsın, bunu beceremezsin türünden iddialara göğüs germek, onlarla baş etmek zorunda olurlardı. Bir romancı için herhalde böyle bir zehrin artık pek hükmü yok; çünkü değerli kadın romancılar görüldü. Ama ressamların canını acıtacak bir yanı hâlâ olmalı; müzisyenler içinse hâlâ geçerli olduğunu tahmin ediyorum, hem de aşırı derecede. Kadın bestecinin şimdi durduğu yer, kadın oyuncunun Shakespeare'in gününde durduğu yerdir. Shakespeare'in kız kardeşi için ürettiğim hikâyeyi hatırlayarak, Nick Greene, diye düşündüm, sahnedeki bir kadının, aklına dans eden bir köpeği getirdiğini söylemişti. İki yüzyıl sonra Johnson aynı cümleyi kadın rahipler için kullandı. Ve burada, dedim, bir müzik kitabını açarken, aynı sözlerin 1928 yılında da söylendiğini görüyoruz, beste yapmaya çalışan kadınlar hakkında. 'Matmazel Germaine Tailleferre hakkında sadece Dr. Johnson'un bir kadın rahibe dair hükmünü, müziğe uygulayarak yineleyebiliriz. "Efendim, bir kadının yaptığı beste, bir köpeğin arka ayakları üzerinde yürümesi gibidir. Beceremezler bunu, şaşıracaksınız ama yine de yaparlar."'(12) İşte tarih kendini böyle titizlikle yineler.

Kendine Ait Bir OdaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin