Tanrı'nın biricik oğlu Rabbimiz Mesih İsa'ya inanıyorum.

133 11 10
                                    

Cuma

Pencereden dışarıdaki neredeyse kahveye dönmüş gökyüzünü ve yağan yağmuru izliyordum. Yağmurun sesini, arkamdan gelen tıkırtılar ve kızartma sesi geri planda bırakıyordu.

Onun en sevdiğim yanı keyifli olduğunda bize yiyecek bir şeyler hazırlamasıydı. Babam bunu annem için asla yapmazdı.

"Yağmur duracak gibi değil." dedim dikkatimi dağıtmak için. Ailemi düşünmek istemiyordum. Şimdi sırası değildi.

"Ne zaman öyle oldu ki?" diye eleştirdi hoşnutsuz sesiyle. Parmaklarımı koluma doladım ve üst kolumdaki hassaslaşan noktaya gelene kadar lacivert kazağımın üstünden yukarıya kaydırdım. Canımı acıtmak niyeti değildi. Sadece gücünün ne raddede canımı yakabileceğini bazen hesaplayamıyordu.

Masaya konulan eşyaların sesini işittim. "Gel hadi."

Biraz daha gökyüzüne, yağmura, kimisi beyaz kimisi kahverengi pervazlı apartmanlara ve ıslanarak koyu griye dönmüş boş sokağa bakıp sonunda tüm bunlara arkamı döndüm. Bardakları masaya koymak için koyu gri tişörtünün açıkta bıraktığı esmer kollarını öne doğru uzatmıştı ancak saniyeler içinde eski hallerine döndüler. Yüzüne bakmadan sırtı cama bakan siyah sandalyeye oturdum. Şimdi sıradan bir kahvaltı tabağına bakıyordum. Tabağa kendince minik eklemeler yapmıştı.

"Bunlar iyi görünüyor." dedim sessizliği doldurabilmek adına. Midemin guruldamaması için karın kaslarımı sıkmam gerekmişti. Uyanalı biraz olmuştu ancak kahvaltıya yeni geçebilmiştik. Cevap olarak bir şeyler mırıldandı ama anlamadım. Önlerini arkamda gelişigüzel topladığım, salık halde duran tutamlardan bir kısmı önüme düşen çikolata rengi saçlarımı elimin tersiyle omzumdan geriye artım. Artık tüm dikkatim elime aldığım çatal bıçak ve önümde duran tabaktaydı.

Kahvaltı sessiz geçti. Konuşmamıştı çünkü yağmur dünden beri kesilmeden yağdığı için morali bozuktu. Dışarıda işleri olduğunda bundan hoşlanmadığını daha önce söylemişti. Belki de yıllar öncesinde gelmiş olmasına rağmen hala Avustralyalı kimliğinden kurtulamamıştı. Bense doğduğumdan beri bu havayla nefes alıp veriyordum. Beğenmeme lüksüm yoktu.

"Akşama kalacak mısın?" dedi elindeki çatalı bırakıp arkasına yaslanırken. Bana baktı. Tabağını bitirmişti bile, bense kendiminkinin daha yarısındaydım. Bilerek yavaş yiyordum. Doymaya başladığım için rahatlamış ve odağımı farklı şeylere çekebilir hale gelmiştim. Yine de ona dönüp bakarken aklımın bir ucunda tabağımdaki pastırmanın görüntüsü vardı.

"Hayır." Kalmadığımı bilirdi. Bu onun tarzıyla bir teklifti. Bakışlarımı ondan çekip önümdekilerle ilgilenmeye başlamışım gibi yaptım. "Dönmem gerekiyor. Bu akşam işim var." Bunu daha önce ona söylemiştim, benimle ilgili günlük şeyleri pek aklında tutmuyor olmalıydı. Haftanın üç günü Leicester'da bir restoranda akşam vardiyasında çalışıyordum. Akşam beşten gece bire kadar. Ancak çoğu zaman bir buçukta çıkabilmem mucizeydi.

Kafasını onaylamak için salladı ve sağ eliyle kabaran koyu saçlarını aşağıya doğru tarar gibi bir hareket yaptı. Fincanına uzanıp sütlü çayından bir yudum alırken ifadesini çözemediğim kahverengi gözlerini üzerimde tutmaya devam etti. Pastırmamdan bir parçayı ağzıma atarken gözlerimi umursamaz bir tavırla ona çevirdim. "Ne?" dedim ağzımdakini çiğnemeye başlamadan hemen önce. Bazen bana böyle baktığı oluyordu. Kafamdaki ses çığlık çığlığa onun olumsuz şeyler düşündüğünü söylüyordu; ama bir yanım bunun böyle olmadığını hissediyordu. Belki de sadece benim aksime güzel olduğumu düşünüyordu. Tıpkı diğer bazılarının da yaptığı gibi. Erkeklerin güzellik anlayışlarını anlamakta zorlanıyordum, tek bildiğim bazılarının uzun saçlardan ve süsten hoşlandığıydı.

Desire and the Sins  |hood&hemmingsWhere stories live. Discover now