walking the wire

766 120 68
                                    

14 Şubat 2003

Karlı bir Londra sabahıydı. Henüz şehri beyaz örtüsü altına alamamış olsa da beyaz tanecikler gökten süzülerek iniyor, siyah giyimli bir iblisin üzerini beyaza boyuyordu. Soho'nun sokaklarında ilerleyen Crowley, aldığı hediyeye bakıp duruyordu. Gergindi, çünkü bugünü o kadar uzun zaman beklemişti ki, neredeyse bu hediyeyi ona vermekten vazgeçecekti. Tabii ki bunu yapmadı, sonunda ona hediyesini verebileceği en doğru gün gelmişti. Üstelik Aziz Valentine Gününü icat eden kendisi sayılırdı. Bir din adamına adanmış bayramı, kapitalizmin içine atıp insanları para harcamaya, kıskançlığa ve doyumsuzluğa itmişti. Gerçi bu tam olarak bir başarı sayılmazdı çünkü bu günde mutlu olan birçok insan da olabiliyordu ama kimin umurundaydı ki? Onun abartılı cümlelerle hazırladığı raporları nasılsa kimse kontrol etmiyordu.

Sahafın içine girdiğinde elindekileri çalışma masasının üzerine bıraktı. Aziraphale'e hediyesini vermeden önce yanına gidip onu bir kontrol etmek ve kardan ıslanmış ceketini çıkarmak istemişti. Üstelik önceki akşamdan beri meleği görmüyordu, itiraf etmesi gerekirse biraz ama sadece birazcık onu özlemiş olabilirdi. Arka tarafa geçtiğinde meleğin bir koltukta oturmuş kitap okuduğunu gördü. “Hey, Aziraphale. Çoktan kahvaltı ettin mi?”
“Crowley,” dedi, melek. Başını kitaptan kaldırmış, yumuşak bir tonda söylemişti. O da iblisin nereye kaybolduğunu merak edip onu özlemiş olacaktı ki yanına gitmek için ayaklandı. Ancak Aziraphale karşısındaki yılana yaklaştıkça yüzü düşmüş, sesi endişeli bir hâl almıştı. “Bu yaralar da neyin nesi, canım?”

O ana kadar iblisin unuttuğu birkaç şey olmuştu. Önceki gece Michael'ı ziyaretinden sonra aldığı yaralar. Kolundaki morluk önemsizdi, nasılsa Aziraphale görmüyordu ama yüzü bir problemdi. Bunu nasıl unuturdu? Tek kaşı patlamış, burnunda çarpmanın etkisiyle koca bir morluk oluşmuştu. Hatta neredeyse kırılacaktı.

“Ah, bu küçük şeyler mi?” Crowley elini 'önemsiz' dercesine havada salladı. “Sadece merdivenlerden yuvarlandım.” Bu bir bakıma doğruydu da. Yalnızca onun merdivenlerden yuvarlanmasına sebep olan şeyi gizlemişti, o kadar. Ancak Aziraphale göründüğünden daha zekiydi, Crowley'i de yeterince iyi tanıyordu. “Oh, Tanrım. Bana yalan söyleme, Crowley.”
“Yalan mı? Doğruyu söylüyorum, merdivenlerden yuvarlandım!” Crowley ona kaşlarını çattı. Yüzündeki ifade tam olarak 'bana nasıl yalancı diyebilirsin' anlamı taşısa da, bunu dile getiremiyordu çünkü yalancı olduğunu ikisi de biliyordu.
“Hayatım, bunun olmayacağını biliyoruz. Tamam, bazen sakar olabiliyorsun ama bu kadar da değil.” Aziraphale huysuzca ona bakındı. Gerçeği öğrenene kadar peşini bırakmayacağı belliydi. “Tamam,” dedi iblis, iç çekerek. “Michael'la kavga ettim ve o da beni merdivenlerden aşağı itti. Bak işte, yalan değil.”

Meleğin gözleri büyümüş, şok içinde iblise bakıyordu. Bir süreliğine cevap veremedi, sonra kaşlarını çattı. Konuşmaya başladığında ise sesi öylesine soğuktu ki, Crowley afallamıştı. “Bunu nasıl yaparsın? Söz vermiştin, Crowley.”
“Ama biliyorsun, Melek..” Aziraphale sözünü kesti.
“Bu hiçbir şeyi değiştirmez. Sana yapmamanı söyledim ve yine de yaptın.” Sarışın, elindeki kitabı koltuğa atarak -aslında tam olarak atmış sayılmazdı, çünkü zarar görmesinden korkuyordu,- bağırdı.
“Aziraphale, o sana zarar verdi. Ne yapmamı bekliyordun? Michael'la oturup sütlü çay içmemi mi? Meleğime dokunmamalıydı.” Crowley'nin sesinden kırgınlık, öfke ve daha birçok duygu seçiliyordu. Aziraphale'in böyle şeylerden hoşlanmıyor olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Crowley her zaman yaptığını yapıp onun arkasını kollamaya çalışmıştı, ama şimdi azarlanıyordu.

“Ben senin meleğin değilim. Ben artık bir melek bile sayılmam, kes şunu.” Aziraphale'in sesindeki kızgınlığa rağmen yüzünde ağlamaklı bir ifade belirmişti. Ona kalırsa Crowley durumun ciddiyetini göremiyordu. Yalnızca istediği olmadığı için mızmızlanan bir çocuk gibi davrandığını düşünüyordu. Crowley ise afallamıştı. Onun meleği değil miydi? Bunu nasıl söylerdi? “Kanatlarının olmaması melek olmadığın anlamına gelmez,” dedi Crowley, acı acı. “Onların hepsinden daha iyisin, ama madem meleğim olmadığını düşünüyorsun öyleyse yarın eşyalarımı toparlarım. Ve ben gittikten sonra bir daha görüşmemize gerek kalmaz.”

İblis bağırıyor olmasına rağmen öfkesi öylesine sahteydi ki. Güneş gözlüklerinin ardına saklanmış gözlerini görebilse, Aziraphale de bunu fark edebilirdi. O, kızgınlıktan ziyade kırgındı. Meleğe arkasını dönüp sahafı terk ederken de öyleydi. Bunu istememişti, ama konuşurken kendine hakim olamamıştı. Meleğin onun hareketlerini yargılayıcı tavırları çok fazla canını sıkıyordu. Oysa yılanın aklında harika bir plan, birlikte gidecekleri yerler ve yapacakları şeyler vardı. Şimdiyse hepsi tozlu bir rafa kaldırılmış, belki de tümüyle yakılmış gibi görünüyordu.

İblisin sahaftan çıkışının ardından Aziraphale bir süre öylece durdu. Gözleri yaşlarla dolmuştu, ama bir türlü akmıyorlardı. Onun böyle çekip gitmesi için ne yapmıştı ki? Crowley'e kızan oydu, nasıl olmuştu da işler tersine dönmüştü? Düşünceler aklını kemirirken arka odadan çıktı ve dükkanının giriş kapısına ilerledi. Kapının önündeki Bentley artık yoktu, Crowley de öyle.

Titrek bir nefes alarak oturmak için çalışma masasına ilerledi, o sırada gözüne masanın üstünde unutulmuş ilginç bir şey çarpmıştı; bir buket çiçek, çok eski görünen bir kitabın üzerinde duruyordu. Aziraphale yaklaştıkça detayları daha iyi görebildi. Tıpkı dışarıda gökten düşen kar tanelerine benzeyen kardelenler, özenle sarılıp buketlenmişti. Öyle güzel, öyle eşsizlerdi ki melek onlara hayranlıkla baktı. Daha sonra kitaba çevrildi bakışları, eline bile almadan bunun 16. ya da 17. yüzyıl civarlarından kalma olduğunu anlayabilmişti. Kalın kapağın üzerine el yazısıyla yazılmış sözcükleri okudu: “Şiirlerim, William Shakespeare.”

Okuduktan sonra heyecan içerisinde kitabı eline aldı ama dokunup zarar vermeye de korkuyordu. Öyle eski, öyle yıpranmış görünüyordu ki kapağını açtığı anda parçalanmasından endişeliydi. Ürkekçe ilk sayfayı araladığında karşısına çıkan yazıyla durdu. Sarı sayfanın üstünde dağılmış mürekkebe rağmen şu sözler seçiliyordu:

Değerli dostum Aziraphale için,

Bence engel tanımaz gerçek bir aşkla
Sevmiş olanlar. Aşk demem aşka
Değişik durumlarda değişip duruyorsa,
Ya da meyil duyuyorsa bırakmaya ilk fırsatta.
Aşk dediğin fırtınaya bakar ve titremez asla;
Ah, hayır! Her daim duracak bir işarettir,
Bir yıldızdır, dönenen teknelere rehberdir,
Boyu posu ölçülse de bilinmez değeri nedir.
Zamanın oyuncağı olmaz; gül dudaklı
Ve yanaklı aşkı götürebilir sallasa zaman orağını;
Değişmez aşk kısa da sürse saatler ve haftalar,
Aşk dediğin kıyamete dek yaşar.
Eğer yanlışım varsa ve bu bana kanıtlanırsa,
Demek hiç yazmamışım, kimse sevmemiş asla.

Aziraphale şiiri okurken elleri titriyordu. Bu gerçek bir kitap değildi. Bu William Shakespare'in yazdığı şiirlerin bir derlemesiydi. Sayfaları çevirdiğinde hepsinin birbirinden bağımsız, ilk taslakların birleşimi olduğunu görmüştü. Baş sayfada yer alan şiiri tanıyordu, 116. Sone'ydi. Bu da o şiirin ilk kaleme alındığı kağıttı ve kendisi için kaleme alındığı yazıyordu.

Son sayfaya dek karıştırdığında en sona eklenmiş yeni bir not ilişti gözüne. Birinci sınıf beyaz kağıttan olan bu notun üstündeki yazıyı da tanımıştı; Crowley'dendi. “Hamlet'in ilk haftasında ona seyirciler bulduğum için borçluydu bana.” Aziraphale sesli olarak okumaya başladığında gözlerine yaşların geri döndüğünü hissediyordu. “Ben de senin için bir şiir yazmasını istedim, bu borcu daha iyi nasıl ödeyebilirdi ki zaten?”

Bu onun için son nokta olmuştu. Melek kitabı masanın üzerine bırakıp titreyen elleriyle telefona yöneldi ve Crowley'nin numarasını çevirdi. İblise söyledikleri için pişmandı, gitmesini istemiyordu. Ona ulaşmalı ve özür dilemeliydi. Ama telefon çaldı, çaldı, çaldı ve açan olmadı. Sesli mesaja düştüğünde ise Aziraphale hiçbir şey söylemeden kapattı. Bir an önce onu bulmalı ve yüzyüze konuşmalıydı.

×××

Drama Queen Crowley harika değil mi?

good old-fashioned lover boy | good omensWhere stories live. Discover now