elevator

91 7 0
                                    

Teslim günü bugün sondu.

Ve ben hâlâ fotoğraf makinemi bulamamıştım.

Yapacak başka bir şeyimin olmadığını tekrardan anladıktan sonra, cebimden telefonumu çıkarttım ve Zayn'in numarasını tuşlayıp aramaya başladım. Açmadı.

Her zamanki gibi.

Oflayarak boş ekrana baktığım sırada, içimden sövmeme ramak kalmıştı. O gece, böyle bir şey hiç yaşanmadı, diyerek nutuk çeken kendisiydi ancak o günden sonra benden kaçan da yine o olmuştu.

Ve ben bu durumdan gerçekten sıkılmaya başlamıştım.

Siktiğimin projesini teslim edip, bir daha kimseyle muhattap olmak istemiyordum.

Telefonumu cebime sıkıştırdım ve sırt çantamı omzuma takarak okulun önünden bir taksi çevirdim ve eve gittim. Yapacak başka bir şeyim yoktu. Telefonu kapalıydı, evinin adresini bilmiyordum. Kısaca ona hiçbir yerden ulaşamazdım.

Sıçmıştım ve fotoğrafçılık dersinden kalmış bulunmaktaydım.

Eve girip doğruca mutfağa girdim. Kapının arkasında asılı duran ekmeği poşetinden çıkarıp ortadan ikiye ayırdım. Buzdolabının başına geçip ne bulduysam ekmeğin içine doldurduktan sonra yaptığım ekmek arasından büyük bir ısırık alarak yemeye başladım. Bir yandan da telefonumu çıkartarak Mila'yı aradım. Birkaç çalıştan sonra açtı. "Efendim?"

"Bioze gelaesene."

"Ne?"

Ağzımdaki lokmayı yutup dudaklarımı yaladım. "Bize gelsene."

"Ben de dersi ekmek için bahane arıyordum. On dakikaya sizdeyim."

Telefonu kapatıp tezgaha koyduktan sonra masaya oturdum. İçimde tuttuğum bu sır beni mahvediyor, biriyle paylaşmazsam beni boğuyormuş gibi hissettiriyordu.

Gerçekten de dediği gibi on dakika sonra kapım çaldı. Ekmeğin son lokmasını ağzıma atıp kapıya doğru koştum ve kapıyı açtım. "Selam, naber?" dedi içeriye geçip.

"İyidir," dedim arkasında yürüyüp onu incelerken. O da benim yaptığım gibi ilk olarak mutfağa girdi. "Çok açım."

"Ne güzel olmuşsun." Kıvırcık saçlarını tepeden topuz yapmış, birkaç kıvrık tutamını yüzüne düşürmüştü. Üzerine kiremit rengi uzun elbise kazak giymiş, ince belini belli etmek için kemer takmıştı. Uzun bacaklarını çıplak bırakmış, altına da pahalı olduğunu belli eden topuklu ayakkabılarını giymişti.

Buzdolabımı açıp bir şeyler baktı. "Her zamanki halim."

Gülümseyip masaya oturduktan sonra, dolaptan ufak bir tencere salçalı makarna çıkardı. Şaşkınlıkla onu izledim. "Ben onu görmedim."

"Şimdi gördün işte. Çatal versene."

Çekmeceden iki çatal çıkardıktan sonra, tencereyi masaya koydu ve aşırı aç olmamamıza rağmen sanki hayatımız buna bağlıymışçasına yemeye başladık. Oysa ki ben daha yeni yemek yemiştim.

Ağzım yüzüm salça olmuşken, "Daniel'la nasıl gidiyor?" dedim.

"İyi."

"O kadar mı?"

Başını salladı. "Yemek yerken konuşmayı çok sevmiyorum. Biliyorsun."

Biliyordum. Yemek yemek fiili onun hayatının yarısı kaplıyordu. Hatta geçen gün, keşke yemek yerken ağzım daha büyük olsaydı, diye sızlanıp durmuştu.

Omuz silktim. "Zayn'i öptüm."

Bakışlarını önündeki tencereden çekip bana sabitledi. "Biliyorum."

like a miracle//zmWhere stories live. Discover now