𝟭𝟯 ಇ prisoner of time

119 44 0
                                    






13. BÖLÜM
"ZAMANIN ESİRİ"

one ok rock - stand out fit in.

the score - never going back.


7 AĞUSTOS 1945
JAPONYA • HİROŞİMA.
JUNGKOOK VE JISOO.

"Oysa benim ruhumda savaş var. Durmadan ölüyor içimdeki insanlar."
— William Shakespeare.

Dünya üzerinde yaşadığımız cehennem, bizleri bekleyen bir sonraki hayatın ön gösteriminden farksız olmalıydı. Tanrı eline ipleri almış, bizleri kukla misali canı nereye isterse oraya doğru yönlendiriyordu. Akrep ve yelkovanın ardı arkası kesilmeyen felaket zincirinden yorulmuş gibi bir hâli vardı. Zamanın inatla geçmek bilmemesinin başka bir açıklaması olamazdı.

Kulak zarımı delmek konusunda son derece iddialı olan bir parçası olduğum patlamanın sesi, her yarım saatte bir kafamın içinde yankılanmaya devam ediyordu. Yaşanılan kıyamet gözlerimin önünden gitmek bilmiyor, kendisini devamlı başa sarıyordu. Düne hapsolmuş gibiydim. İçinde bulunduğum ana ayak uydurmakta zorlanıyor ve şu anın kıymetini hiçbir şekilde bilemiyordum. Zamanın esiri olmuştum.

Damarlarımda gezinen kan, vücudumu giderek zehirliyordu. Organlarımın pas tuttuğunu, kemiklerimin yaşarken çürüdüğünü adeta hissedebiliyordum. Kaslarım kemiğime sanki yapışmıştı. Beni ayakta tutan ayaklarım karıncalanıyor, her defasında üzerimde bir böceğin gezindiğine dair yanılgıya düşüyordum. Yaşayan bir ölüden farksızdım.

Bir gül gibi yapraklarım dökülmüş, boynum bükülmüştü. İçten içe solduğumu hissettiğim sırada yanağıma kondurulan buse, hayat öpücüğünden farksızdı. Topraklarım bir anda suyla dolup taşmış, dolgun dudaklar can suyum olmuştu. Zaman, bileklerime doladığı kelepçeleri anında açmış; özgürlük, yüzümü okşayan rüzgârla beni selamlamıştı.

İnsanların dilinden düşmeyen Pranpriya Manoban'ı bu ilk görüşüm değildi, son görüşüm de olmayacaktı. Ayaklarının altında acımasızca kum tanesine dönüştürdüğü fotoğraf makinem, Tanrı'nın oğlu olarak bilinen İmparator Hirohito'dan taşıdığı izlerin kurbanı olmuştu. O an gözlerindeki aleve şahit olmuş, beni hatırlamadığına dair düşüncelerim sergilediği kendini beğenmiş tavrıyla tescillenmişti.

Fakat yanaklarıma değen ve beni bir müddet bastığım toprağa çakılı bırakan dudakları, içindeki şefkatten hâlâ bir şeyler kaldığını doğruluyordu. Kendimizi korumak adına sergilediğimiz eylemlerin sonu acımasızca bitse bile bizi insan yapan özelliklerimiz can çekişiyor ve yeni dünya ile olan mücadelesine bizimle birlikte kaldığı yerden devam ediyordu.

Peki ben, insanlığımı daha ne kadar koruyabilecektim? Ciğerlerimi sanki biri, eliyle sıkıyormuş gibi hissettiğim her an, boğazımı yırtarcasına dökülen öksürüklerim gecede yankılanıyordu. Kalbimin yaşam fonksiyonlarını devam ettirebilmesi için pompaladığı kan, her defasında elime bulaşıyordu. İçimdeki insanlığı kusuyor gibiydim. 

Akut Radyasyon Sendromu denilen hastalık,  bedenimin yanında beynimi de ele geçirmiş olmalıydı. Düşüncelerimin desibelinin artıp zaman zaman bana işkence etmesinin başka bir açıklaması olamazdı. Kendimle baş başa kalabildiğim tek an elimden alınmıştı. Beynimi kemiren virüs, dakikalar içinde ormanın derinliklerinde kaybolan bedenin arkasından bakakaldığım sırada hissettiğim yalnızlığın en büyük ortağıydı.

stains on the mirror ಇ liskook, taennieWhere stories live. Discover now