•10•

110 24 23
                                    

Duyduklarına başta bir anlam veremeyen Hongjoong, dilini yutmuşçasına kalakalmış, tek bir kelime dahi edememişti. Şaşkınlığın getirisi olarak irileşen gözlerini inanamazca hızlı hızlı kırpıştırıverdi. Seonghwa'nın cümlesini kendini ikna etmek istercesine bir kaç kere içinden tekrar etmiş ve kabullenmeye çalışmıştı. En sonunda kabullendiğinde yaşadığı farkındalıkla dudakları aralandı hayretle. Fakat sonrasında hemen toparladı kendini ve normal bir ifadeyle baktı tam karşısında duran Seonghwa'ya.

Hongjoong'un bu şapşal tavrı karşısındaki kişiye oldukça sevimli gelmişti. Bu yüzden tatlı bir tebessüm hakimdi yüzünde. Tatlı ve sevecen...

"Ben..." küçük olan nihayet konuşmaya yeltendiğinde çatallı çıkan sesinden dolayı duraksayarak boğazını temizledi hızlıca. Aklındaki kelimeleri toparlamaya çalışarak derin bir nefes aldı.

Hayır abartılı tepkiler vermiyordu. Bu an onun için resmen bir dönüm noktasıydı ve gerçek olmasına inanamıyordu sadece.

"Hiç bir işim yok Seo- Bay Park." Daha önce Seonghwa'ya hiç resmi hitapta bulunmadığı için bocalayan Hongjoong, bakışlarını kaçırarak etrafına bakınmaya başladı. Ne yapması gerektiğini bilmediği için sürekli Seonghwa'ya rezil oluyormuş gibi hissediyordu. Halbuki Seonghwa'nın içten içe onun her hareketini tatlı ve güzel bulduğunu bilseydi belki karşısında daha rahat olabilirdi.

"Bugün akşam yemeğinde bana eşlik ederseniz mutluluk duyarım."

'Kimin esas mutluluk duyacağını tartışmayalım bence.' diye fısıldayan ve kendisi ile uğraşmaya devam eden şeytanını umursamayarak gelen teklife karşılık olarak nazikçe gülümsedi Hongjoong. Şeytanına inat kendisini de şaşırtarak içindeki tüm cesareti ortaya koyup anında araladı dudaklarını.

"Yeri ve mekanı söyleyin. Orada olacağım."

°°°°

"Yoro vo mokono soyloyon. Orodo olocoğom. Bla bla bla! Ya Hongjoong sen neyine güveniyorsun da bunu söyleyebiliyorsun rezil herif! SİYAH KUMAŞ PANTOLONUM NEREDE BENİM?"

Odanın içerisinde bir yatağına serdiği bir de gardırobunda asılı duran kıyafetler arasında mekik dokuyan Hongjoong, çıldırmışçasına etrafına bakınarak elinde tuttuğu kumaş pantolonu arıyordu.

Kafayı yemek üzereydi.

Aşırı özgüvenle çıktığı bu yoldan, heyecanına yenik düşüp sapmasına ramak kalmıştı. Her dakika farklı bir ruh haline bürünen zihni yorgun düşmüş, başına bunaltıcı bir ağrı girmişti. Bitkindi. İç çekip pes edercesine yere çöktü ve yarı çıplak bedeniyle uzandı soğuk zemine. Sadece iç çamaşırıyla durduğundan, hissettiği soğuklukla titremişti ki bundan şikayetçi de değildi. Salgıladığı adrenalinden olsa gerek alev alan vücuduna bu soğukluk bir hayli iyi gelmişti.

Umutsuzluğa kapılmıştı ama endişelenmeyin birazdan yine heyecanlı ve mutlu haline dönecek ve deli gibi kombin yapmaya başlayacaktı. Fakat sonrasında da üzülüp içini bir korku saracak ardından da iflas bayraklarını çekecekti.
Yaklaşık 2 saattir bu duygusal kısır döngüdeydi. Ciddi anlamda ruhen ve bedenen yormuştu kendini. Derin bir nefes aldı ve kollarını başının yukarısına kaldırarak kollarını uzattı. Ve o an farketti elinde sıkı sıkıya tuttuğu için kırışmış olan kumaş pantolonu. Şaşkınlıkla küçük bir 'hah' sesi çıkardıktan sonra kendi aptallığına göz devirip kolunu savurarak bir kenara attı elindekini.

"En iyisi çıplak gitmek, hem belki anlık şokla beni hatırlar." diye kendi kendine saçmaladığında tekrar göz devirmiş ve yattığı yerden doğrulmak adına ellerini zemine bastırmıştı.

Kafasında şekillenmeye başlayan yeni kombin için yatağındaki kıyafetlere doğru ilerlerken söylenmeyi de ihmal etmiyordu.

°°°°

"Ona müsait olup olmadığını sordun?"

"Evet."

"Ve onu yemeğe davet ettin?"

"Evet."

"Yoksa ona aşık mı oldun?"

"Ev- Ne alaka?"

Yunho'nun sorduğu son soru yüzünden kaşlarını çatan Seonghwa, bir yandan elindeki araba anahtarını parmakları arasında sallıyor diğer yandan kuzeniyle birlikte merdivenlerden aşağıya doğru iniyordu. Her şeyini paylaştığı Yunho'ya bugün Hongjoong'la arasında geçen konuşmayı anlatmaktan geri durmamıştı tabiki. Yapılan toplantı sonrası hızlıca Yunho'nun odasına gidip çarçabuk olanları anlatmasının ardından odadan kaçarcasına çıkmış ve bütün gün iş yerinde köşe bucak kuzeninden kaçmıştı. Aralarındaki gizli saklambaç mesai bitimi esnasında denk gelmeleriyle son bulmuş, uzun boylu olan giderayak kendisinden yaşça büyük olanı soru yağmuruna tutmuştu. Bir türlü rahat vermiyordu. Bu Yunho'ya olayı dördüncü anlatışıydı.

Derin bir nefes aldı Seonghwa. Yunho böyle devam ederse yemeğe geç kalacaktı.

"Aşık değilsen neden böyle bir teklif yaptın? Amacın ne? Daha bu sabaha kadar ona sinir olmuyor muydun?" dedi Yunho, merakla Seonghwa'yı süzerken.
"Sinir falan olmuyordum saçmalama." diyip iyice kaşlarını çatan Seonghwa, merdivenin son basamağına geldiğinde bütün bedenini sol tarafında duran kuzenine doğru çevirip iç çekti.

"Ona hiç kötü bir his beslemedim. Sadece ismimi bilmesi çok kafamı karıştırmıştı ve hastanede ağlayarak beni hatırlıyor musun demesi fazla tuhaf gelmişti. Ancak toplantıda geçmişte ufak bir tanışıklık olduğunu öğrendim. Büyük bir ihtimalle de hastanede bana ağlamasının sebebi de bir tür duygu boşalmasıydı. Kafamdaki tüm soru işaretleri ortadan kalktı ve..." dedikten sonra kuruyan dudaklarını diliyle ıslatıp bir soluk çekti içine.
"...sabah da söyledim içimde farklı bir his var onunla ilgili ve bütün karışıklık ortada kalkınca içimdeki sese kulak verdim. Onu yemeğe davet etmek istedim. Belki de sadece onu beğendim bilmiyorum ama içimden bir ses iyi şeyler olacağını söylüyor Yunho. O sese güveniyorum ve tamamen ona göre hareket ediyorum. Şimdi beni daha fazla oyalama. Yoksa geç kalacağım."




Two Souls | SeongjoongWhere stories live. Discover now