Kabus

25 16 4
                                    

100 yıl önce Amaris

Kan ter içinde uyandım, yorgun bedenimle nefes almakta zorlanıyordum. Elimi göğsümün üzerine bastırarak kalp atışlarımı yavaşlatmaya çalıştım. Rüyanın karanlık kollarından çıkıp gelmem bir an sürdü, ama etkileri uzun süre sürecek gibi görünüyordu. Gözlerim hâlâ kabustan taşan dehşetle doluydu.

Ellerimi titreyerek göz seviyeme getirdim ve parmaklarımı incelemeye başladım. Bu eller, Ravidrama zarar mı vermişti? Gözlerimde hüzün, endişe ve suçluluk karışımı bir ifade vardı.

O kıyamadığım saçları yerdeki çamur birikintisi ile mi kirletmiştim?

Tırnaklarımı tenime bastırıp kendimi yoldum. Tenimden siyah kanların süzülmesine hissizce bakıp yavaşça ayağa kalktım. Üzerimdeki örtü bedenimden kayarak yere düştü. Dolaptan aldığım beyaz gömleği titreyen ellerimle düğmeledim. Tenimdeki kurumamış kanlar, beyaz gömleğin kol kısmını hafif siyahlatınca yutkundum.

Onun yanına bu halde gidersem endişelenirdi. Yüzümde bir gülümseme belirdi; parmaklarımla yüzümdeki gülümsemeyi okşadım. Onu hem endişelendirip benimle ilgilenmesini istiyordum hem de onun telaş yapmamasını ve o mükemmel gülüşünü bana sunmasını.

Dolaptan geçen yıl doğum günü hediyesi olarak verdiği mavi renkteki hırkayı elime alıp burnuma bastırdım. Gözlerimi sevinçle yumup derin nefes alıp tekrar göz hizama getirip bir iç çektim. Beni düşünerek bir hediye alması bile burada kalmam için bir nedendi.

Geniş kollara sahip ve aşağıya doğru bollaşarak inen hırkayı giyinmeye başladım. Hırkanın uç kısmında yer alan altına batırılıp renk kazanmış püsküller ise, hareketli bir hava katıyordu. Arka kısmının alt ucu ise dörtgen altın işlemelerle süslenmişti. Gösterişli bir şeydi; bununla çok dikkat çekerdim ama bu sefer bunu umursamayacaktım.

Dişlerimi sıkıp dolabı kapadım. Elimle yüzümü sıvazlayıp kendime gelmeye çalıştım. Odamdan çıkıp koridorda yürürken bana doğru dönen bakışlarla kafamı aşağıya eğip hızlı bir şekilde Güneşimizin odasına yürüdüm.

Bana aşağılık bir varlık gibi bakan bu kişileri görmek bile istemiyordum. Bu sarayda yerim bile var mıydı ki? Hepsi de bunu düşünüyordu. Hepsi, ortadan bir anda kaybolmamı ya da bana verdikleri odada iyi niyet göstergesi olarak sessizce ölmemi bekliyorlardı. O iğrenç bakışlara alışmıştım. İğrenç bakışların bende etkisine de, ne yazık ki, alışmış ve yüzümde sadece buruk bir gülümseme bırakmıştı.

Ben de isterdim ortadan kaybolup gitmeyi, bana böyle bakıp ölmemi bekleyen bir ortamda isteyerek kalacak kadar delirmemiştim, sonuçta. Ama gidemiyordum. Ne kadar bu ortam beni tüketip yitirse de geride bırakılmış kardeşimi düşününce gidemiyordum. Onu bırakamazdım. Ona ihtiyacım vardı, bana şefkatle bakmasına, sanki hiçbir şey önemli değilmiş gibi rahat tavrıyla beni rahatlatması lazımdı.

Biz birbirimizden kopamayacak şekilde yaratılmıştık. Gökteki tanrılar bize bir kehanette bulunmuştu; onun yanında kalsam bile kimse beni suçlayamazdı. Sonuçta bir kehanetim vardı, değil mi? Ne kadar lanetli gözüyle bakılsam da, kardeşimin yanında adım atmama fırsat vermiş göktekiler vardı.

Ne kadar bu düşüncelerle kararlı adımlar atsam da, her adımımla aklıma gördüğüm kabus gelip tüm tüylerimi diken diken ediyordu. Titreyen alt dudağımı dişleyip, onun sadece bir kabus olduğunu düşünmeye çalıştım. Böyle bir şeyin imkânı bile yoktu.

Bu iğrenç yara dolu elimle, bırak öldürmeyi, dokunmayı bile hak etmezken, onun beni sıcak elleriyle sarıp sarmalayışına rağmen nasıl zarar verebilirdim? İmkânı yoktu. Sadece aptalca bir kabustu.

Ayın Varlığı Güneşin SonuWhere stories live. Discover now