Görmezden Gelmek

20 13 4
                                    

Annemin taht odasında söyledikleri hala kafamın içinde gürültü yapıyordu; asla kapanmıyordu. Bir düğmesi yoktu ki kapansın. Ellerimi kucağımda birleştirip büyük, uzun kırmızı bir örtüyle süslenmiş masaya tiksinerek baktım.

Aynı örtü, aynı masa, aynı masanın üstündeki avize. Hiçbir değişiklik yoktu, hiçbir şey değişmemişti. Birazdan kapı açılacak ve yılın en umursamaz çifti kol kola girecekti.

Katlanmış örtünün kenarını tutup parmaklarımın arasında oynayarak "Değiştir şu örtüyü, koskocaman göğün ülkesinde başka örtü mü yok!" Ellerim yumruk halinde masaya vurup bağırınca, duvarın kenarında duran embesiller hızla örtüyü kaldırmış, geri yerine açık sarı tonlarda bir örtü yerleştirmişlerdi.

Bunu öyle bir sessizlikte yapmışlardı ki, onların bu hallerine şaşırmıyordum bile.

Dişlerimi sıkarak tekrar yerleştirilen tabaklara bakınca, dayanamayıp yanı başımda duran bir kadının bileğini kavradım. "Nerede kaldı bunlar?" Öfkeyle sordum. Erken gelmiştim ama onların da kulağına bu gitmişti; ona rağmen hala buraya gelmemişlerdi. Kafasını eğip saygıyla "Gelecekler, güneşimiz."dedi. Başka bir şey dememesiyle tuttuğum bileği bırakıp kollarımı tekrar göğsümde birleştirdim.

Zaman, sanki hiç ilerlememiş gibi duruyordu. O an, geçmişle gelecek arasında sıkışıp kalmış gibiydim, değişmeyen detaylar arasında kaybolmuştum. "Yeter artık." Fısıldayışımla beraber gözlerimi kapattım. Keşke hiç oturmasaydım bu masaya. Biraz daha annemi oyalayıp günlerimizi biraz daha, biraz daha diye diye zehir etseydim, keşke.

Olayları kontrol etme isteğim, cezalandırma yöntemim, ancak kendimde etkili oluyordu. Ne kadar umursamaz davranırlarsa, o kadar hırçınlaşıyordum. Güldüklerinde aynı hızda öfkelenip bağırmaya başlıyordum. Onları benimle birlikte çukura yuvarlamak, içimdeki öfkeyi doyuruyordu.

Masaya oturmanın diğer bir amacı da buydu. Hepsini tedirgin etmeyi içten içe arzulayarak, gülümseyen suratlarını bozmak için sabırsızlanıyordum.

Tırnağımın ucuyla masaya hafifçe vuruşlar yaparken karşı boş sandalyeye büyük bir duygu seliyle baktım. Hangi duygunun ağır bastığını bilmiyordum. Öfke mi yoksa özlem mi? Nefret veya sevgi mi? Hayır, her ikisi de birbirleri ile harmanlanmıştı. Her zaman böyleydi, aramızda hep bu karmaşık bağlar vardı.

Acaba Amaris bana karşı yüz on dokuz yıl boyunca nefret beslemiş miydi? Bazen gözlerinde kıskançlık yakalıyordum ama annemin dediği gibi hiçbir zaman bunu kötüye yorumlamamıştım. Çünkü her çocuk birbirini kıskanırdı, hele bu Amarisse kıskançlığı haklı bile olabilirdi.

Ailemizin yaptığı her hatanın günahı, geçmişin gölgesinde bir zincir gibi ayak bileğimize prangalanmıştı ve bu günahlar büyüdükçe zincir ayağımıza dolanıp durmuştu. Amaris buradan giderek bu zinciri tümden koparmıştı. Zincirin kopmasıyla beraber tüm günahları da bu sarayda ben yüklenmiştim. Büyük bir haksızlıktı, neden ben bu kopan zincirin acısını yaşıyordum.

Anıların acı tatları dilimde dolaşıyordu. Gözümün önünde bir zincirin kopup sallanmasıyla gözlerim doldu. Sarayın bu soğuk duvarları, geçmişin acılarına tanıklık etmişti. O anıların izleri, taşların yüzeyinde sanki derin çatlaklar bırakmış, duvarlar da yaşanan hüzünleri anlatırcasına sessizce fısıldıyordu. Zincirin kopuşu, sarayın karanlık koridorlarına sirayet etmiş, her bir anıyı kıvılcımlar halinde parlatarak hatıraları aydınlatmıştı.

Sanki şu an o küçük çocuk karşımdaydı. Arada sırada annem ve babama yalvar yakar onu da oturttuğum bu masada benim aksime, boynu bükük omuzları eğik, cılız bir şekilde oturan kardeşim titreyen elleriyle çorbasını kaşıyor ve yemeğini koyan suratsız embesillere tüm nezaketiyle beraber gülümseyip teşekkür mırıldanıyordu.

Ayın Varlığı Güneşin SonuWhere stories live. Discover now