Aramızda 3391 Kilometre Var

169 1 0
                                    

“Sen benim tanıdığım ikinci şehirsin. Koskoca bir şehir seni ifade ediyor bana.” Derin bir nefes aldım
cümlenin derinliğiyle.
“Söylesene, kaç kilometre var aramızda? Fransa‟yla ya
da yaşadığın şehirle aramızdaki kilometreyi sormuyorum.
Bulunduğun nokta ve bulunduğum nokta arasında birebir santimi santimine kaç kilometre var acaba?”
“Önümde bilgisayar açtık. Bir dakika... Sokağını söylesene bana.”
“351. Sokak...”
“Hesaplatıyorum şimdi. 351. Sokak...” Tuş seslerini duymak çok güzeldi, sanki yanındaymışım da benimle konuşurken bir yandan bilgisayarıyla ilgileniyormuş gibi, sanki birlikte olmak rutin olmuş gibi.
“3391.” diye mırıldandı bir anda, “Aramızda tam 3391 kilometre var.” O an içime büyük bir yağmur bulutu oturdu sanki.
“Aramızda bir dünya var.” dedim. Gülümsemeye çalıştım, “Bir an ufak bir korku hissettim.”
“Korku mu?” Sesinde hayret vardı.
“Evet... On gündür sürekli konuşuyoruz, gece gündüz... Oysa aramızda tam 3391 kilometre var. Bir gün görüşmek istesek bile biz bu kilometreleri aşamayız.”
Kendinden emin bir nefes aldı.
“Yan yana dizilmiş dört rakamdan mı korkacağız?”
Cümlesi bir kez daha kalbimi hızlandırırken içimden geçen hislerin ne kadar tehlikeli olduğunu düşündüm. Kendimi kaptırmak istemiyordum, Ege dünyanın en dalgalı denizi gibiydi, kendimi bıraktığım an sürüklene
sürüklene Ege‟nin kıyısında bulacaktım kendimi.
Şimdilik buna izin veremezdim. Şimdilik duygularımın ipleri eline almasına izin veremezdim. Şimdilik... Ama küçük bir kaçamak yapıp onun sesini biraz daha duymak istiyor oluşuma engel olmayacaktım.
“Hadi bana bir şeyler anlat.” dedim hevesle.
“Bir şeyler... Tamam. Bak şimdi, cama çıksana.”
Dizlerimin üzerine çöktüğüm halıdan kalktım. Hızla cama çıktım.
“Çıktım.”
“Başını kaldır, ayı görüyor musun?” Başımı kaldırdım. Ay tam karşımdaydı. Yanında kocaman bir yıldız vardı.
“Görüyorum, yanındaki büyük yıldızı da. Orada da yıldız görünüyor mu?” Güldü.
“Hayır, burada yıldız görünmüyor Izmir. Orada da görünmüyor. O bir yıldız değil.” dedi dalga geçer gibi,
“Venüs o.” Kaşlarımı çattım. Gözlerimi kısarak baktım ayın yanındaki büyük yıldıza.
“Hayır!” dedim, “Bu Venüs filan olamaz, büyük bir yıldız sadece. Çok büyük bir yıldız.”
“Hayır, o çok büyük bir Venüs sadece!” dedi çocuğa anlatır gibi.
“Ciddi misin? Yani biz şu anda gökyüzünden Venüs‟ü mü görüyoruz!”
“Evet, gökyüzünden Venüs‟ü görüyoruz... Işin çok daha garip yanı, sen oradasın ben burada, aramızda
Şehirler, ülkeler, denizler, binlerce kilometre var. Ama hala cama çıktığımızda aynı görüntüyü görüyoruz. Her şeye rağmen gökyüzümüz aynı. Korkun azaldı mı?”
“Bir şey diyeyim mi?” dedim aya doğru gülerek, “Korkum gerçekten azaldı. Dünyanın farklı yerlerinde de
olsak aynı gökyüzüne bakıyoruz.” dedim, sonra durdum, tereddütle devam ettim, “Ege... Sen bana bir şey
söylemiştin... Beni yedi aydır takip ettiğinle ilgili. Yanlış anlama, korktuğumdan değil. Sadece merak ediyorum, ne oldu, nasıl oldu...”
“Belki de korkmalısın.” Gülüyordu.
“Yoksa karşımda psikopat bir stalker mı var!”
“Yedi ay önce bir paylaşımını gördüm. Bir şarkı paylaşmıştın, bir arkadaşım da senin paylaşımını bloglamıştı. Ane Brun — Big In Japan şarkısını paylaşmışsın. O akşam kendimi inanılmaz yalnız
hissediyordum. Şarkına tıkladım, arkama yaslandım, gözlerimi cama çevirdim. Şarkı beni öyle etkiledi ki o
gece sana teşekkür edesim geldi. Bloğuna girdim, ama hiçbir şey yazamadım. Seni takip ettim, sabaha kadar paylaşımlarını inceledim. Izmir‟de yaşadığını öğrendim,
en sevdiğin yabancı şarkının Big In Japan olduğunu, en sevdiğin filmin In Bruges olduğunu, en sevdiğin dizinin
Friends olduğunu, en merak ettiğin şehrin Prag olduğunu, en büyük hayalinin bir gün Satürn‟ü görmek olduğunu ve bunun gerçekleşmeyeceğini biliyor olmanın seni üzdüğünü, yalnızlığının seni içten içe mutsuz ettiğini kabullenemediğini, kendinden nefret ettiğini sandığını
ama içten içe kendini sevdiğini, gördüğüm en güzel cümleleri yazdığını öğrendim, gördüm, okudum Izmir.
Ben yedi ay boyunca senin yazdığın her cümleyi okudum, yedi ay boyunca paylaştığın her şarkıyı dinledim, önerdiğin her filmi izledim tek tek. Konuşmaya başlamamızdan bir hafta önce bir yazı paylaştın. O yazıyı
okuduktan sonra sana yazmaya karar verdim. Cümlelerin hala ezberimde... „Hiçbir zaman içinde bulunamayacağımız fotoğraflar, asla önünde duramayacağımız binalar, adım atma ihtimalimizin dahi
olmadığı merdivenler.Binemeyeceğimiz trenler, alamayacağımız biletler, gidemeyeceğimiz şehirler. Sokakta yürürken karşılaşma ihtimalimizin olmadığı insanlar, asla duyamayacağımız cümleler, gelmeyecek günler, geçmeyecek yıllar... ‟ Bu yazıyı okudum. Ve o an
dedim ki, ben bu kızı o trene bindireceğim. Asla duyamayacağı cümleleri ona söyleyeceğim. Cesaretimi toplamam bir haftamı aldı, sonra sana yazdım. Ve şimdi buradayız, sesimi duyuyorsun, sesini duyuyorum. Ve
inan bana, seninle bir gün sokakta yürürken de karşılaşacağız.”
Ben nutkum tutulmuş bir şekilde hayranlıkla ve hayretle cümlelerini dinlerken Ege‟nin telefonunun arka
planından bir ses duydum. Beni donduran, kalbimi hızlandıran bir ses. Nereden geliyordu bilmiyorum, bir
kapı gürültülü bir şekilde tekmelenirken şaşkınlıkla
donakaldım telefonda. Kapıdan kırılırcasına yere yığılma
sesi gelirken korkuyla sordum.
“Ege! Ne oluyor?” Cevap gelmedi. Telefon karmakarışık bir sese karışırken birden kapandı.
Korkuyla donakaldım telefon kulağımda. Ne olmuş olabilirdi? Ne oluyor olabilirdi? Hızla tekrar aradım.
Çaldı, çaldı, çaldı... Telefon defalarca çaldı ama bir cevap veren yoktu. Titreyen parmaklarımla mesaj sayfasına girdim. “Ege, ne oldu? iyi misin? O sesler neydi!” yazdım hızla. Tek tik. Mesajımda tek tik çıktı! Ne oldu da birden interneti gitti, kafayı yemek üzereyim. Hızla ne yaptığımın bilinçsizliğiyle odamdan çıktım. Oturma odasına ulaştığımda haberleri izleyen anne ve babamın karşısında buldum kendimi.
“Baba...” dedim korkuyla. Kaşlarını çatarak baktı bana.
“Izmir,” dedi bir asker edasıyla, “Neyin var?” Ne diyecektim? “Baba internetten tanıştığım bir çocukla telefondan konuşuyorduk birden bir gürültü koptu ve hat kesildi!” mi? Babam bir asker. Üstelik bir zamanlar yüksek rütbeli bir askerdi. Uzun süre TSK özel timin
başındaki kurmay yarbaydı. Çok büyük görevleri yönetti, çok büyük toplantıların başındaydı. Yıllarca ayrı kaldık ondan. Şimdi de sürekli ayrı kalıyoruz, yılda toplaşan üç
ayımızı bile beraber geçiremiyoruz. Ege‟nin telefonundan tüm o sesleri duyduğumda birden burada buldum
kendimi. Belki bir şekilde bir şey öğrenmeme yardımcı olabilir diye. Oysa umudum saçmaydı. Çok büyük
güvenlik önlemleriyle yaşıyorduk zaten. Okula giderken, okuldan dönerken, alışverişe giderken bile iki koruma eşlik ediyordu elli metre arkamızdan. ġimdi gelip de babama internetten biriyle tanıştım diyemezdim. Yutkundum.
“Bir... kurs buldum. Kursa gitmek istiyorum. Gidebilir miyim? Onu soracaktım.”
“Ne kursu bu böyle seni kan ter içinde bırakmış?” O an hiçbir yalan uyduramıyordum. Aklım tamamen
Ege‟deydi, ne olmuştu? Ne olmuş olabilirdi böyle!
“Matematik kursu,” diye attım. Yanlarına oturdum, babamın kursla ilgili sorduğu sorulara ufak tefek yalanlar söyleyerek konuşmayı ilerletmeye çalıştım. Aklım telefondaydı. Ne titriyordu ne bir ses geliyordu. Telefon cansızlaşmıştı, sanki içindeki Ege ölmüştü. Kalbimde
büyük bir hüzünle oturuyordum oturma odamızın koltuğunda. Uzak olmak, görememek, sokakta
karşılaşmamak bile dayanılabilirdi. Ama şu an içimi öyle büyük bir korku kaplamıştı ki ellerim titriyordu. Iyi
miydi bilmiyordum. Iyi olacak mıydı bilmiyordum. Iyiyse bile geleceğimiz nasıl olacaktı? Bir gün hasta olsa
ve bana yazamasa burada kafayı yiyecektim. Görmemek
değildi katlanılamayan, yanında olamamak, yanı başında duramamaktı. Biliyordum, ne olursa olsun onun hayatına asla dahil olamayacaktım. ġu an, hayatında ne olduğunu bilmediğim bir şey oluyordu ve ben ondan binlerce kilometre ötede sadece oturuyor ve haber bekliyordum. Ben yerim buydu. Benim yerim ondan kilometrelerce
ötedeydi... Şövalye, haftalar boyu dere tepe düz gitmiş. Gözü hep ondan dağlarca ötede olan ama bu uzaklığa rağmen her baktığında ona parlayan yıldızındaymış. Yirmi yedinci
günün sonunda bir ağacın altında kestirdiği üç saatlik uykusundan uyandığında ayağa kalkmış. Başını kaldırıp iki dağ ötedeki yıldızına bakmak istemiş. Oysa o an yıldızını görememiş şövalye. Telaşa kapılmış, koşarak dağın uçurumunda bulmuş kendini, iki dağ ötede parlayan bir yıldızı bırakın, bir ateş böceği tanesi bile yokmuş. Aklım kaybedecek gibi olmuş şövalye.
“Tanrım!” demiş kendi kendine, “Bu nasıl bir sınav? Dağlan tepeleri aştım.
Gücümü başımı kaldırıp onu her gördüğümde aldım. Oysa şimdi orada mı değil mi bilmiyorum. Bir yerlerde
beni beklediğini biliyorum, oysa bihaberim artık yıldızımdan. Uzak olmak değilmiş insanı üzen, insanı asıl üzen sevdiğini kaybetmekmiş, iki dağ ötemde onu göremediğim günler, yedi dağ ötemde onu gördüğüm
günlerden kötüymüş. ” O an keşke yine uzak olsak demiş içinden... “Keşke uzak olsak da onu görebilsem, iyi olduğunu bilsem. ” Çünkü sevmek buymuş. Sevmek yakınında olmasa da sadece orada olduğunu bilmek, iyi
olduğunu görmekmiş...
Bir deprem ardında darmadağınık olmuş bir odayabenzetiyordum, bu dağınıklığı severmiydi bir gün?
Söylesenize, elinizi uzattığınızda dokunamayacağınızı bildiğiniz bir insanı hayatınıza alır mıydınız? Bunu
kendinize yapar mıydınız?

LÜTFEN BÖLÜMLERE OY VERMEYI VE YORUM YAPMAYI UNUYMAYIN! ❤

3391 KilometreDonde viven las historias. Descúbrelo ahora