1. Bölüm (Kitap versiyonu)

176K 8.7K 4.6K
                                    

1 saat önce

Kendisinde hayat yoktu belki ama Ay'ın Dünya'daki canlıların hayatına etkisi büyüktü. Gezegenimizin uydusunun çekim gücü, sadece okyanuslardaki gelgitlere değil, atmosferin ve toprağın da yükselip alçalmasına neden oluyordu. Yeryüzündeki pek çok doğal döngü, Ay'ın fazlarına kilitlenmişti. Üstelik kadim çağlardan beri insanın bedensel dengesinin ve davranışlarının Ay'ın hareketlerine bağlı olduğuna dair güçlü bir inanç da vardı.

En sevdiğim filmlerden Ay Çarpması'nın açılış şarkısında tarif edildiği gibi*, o akşam Bursa semalarında da Ay yusyuvarlak bir pizza gibi insanın gözüne çarpıyordu. Son derece tehlikeli bir durumdu bu çünkü esas kız Loretta'nın dedesine göre Ay, kadını erkeğe çekiyordu. Arkadaşları, dedenin bu sözlerine pek anlam verememişti ama Loretta, Ay, tepsi gibi en tepedeyken, evleneceği adam Johnny'nin kardeşi Ronny'ye âşık olmuştu. (*Orijinal adı 'Moonstruck' olan film, Harry Warren ve Jack Brooks yazdığı "That's Amore" adlı şarkıyla açılır.)

Ben Ay'ın mistik güçlerine biraz çekimser yaklaşıyordum. Bir kere an itibarıyla salonda kahvesini bekleyen şahsa beni çekmediği kesindi ama geceleri başımı kaldırıp da gökyüzüne baktığımda, gördüğüm sedefli cismin taş topraktan ibaret olduğunu bilsem de hayal etmekten vazgeçmemiştim.

Ay'ın bize hiç görünmeyen karanlık yüzü, ironik bir şekilde her yeni ayda komple aydınlıktı. Çocukken bunu öğrendiğim andan itibaren bizzat gidip Ay'ın o yüzünü görmek istemiştim. Aklımca böylelikle bu büyük gizemi çözmüş olacak, Ay'ın ben göremediğim için karanlık sandığım aydınlık yüzünü görebilecektim. Orada ikamet ettiğini düşündüğüm Ay Dede'yi de mekânında ziyaret etmiş olurdum böylece.

Ay'ın gökte yükseldiğini görüp yine gideceğim diye tutturduğum bir gün, annemin artık sabrı taştığından "İş çıkarma, gece gece ne işin var orada," demiş, bir güzel paylamıştı beni. Gece gece Ay'da işimin olamayacağı açıktı. Ay'a bir kadın ayak basmamıştı hiç. Ben mi basacaktım? Üstelik gece gece? Çıldırmış olmalıydım.

Annem, hayatımda edindiğim bütün paranoyaların biricik kaynağıydı. Felaket senaryoları yazmakta bir markaydı. Gece vakti dışarı çıkmak için aklını yitirmiş olman gerekirdi. Zaman kötüydü. Her an kaçırılabilir, akabinde öldürülebilirdin. Kadın olmak böyle bir şeydi: Sokakta, parkta yürümek, arkadaşlarınla dışarı çıkmak, arabaya binmek, toplu taşıma kullanmak, hatta yabancı biriyle kısa bir asansör yolculuğunu paylaşmak bile hep uzun uzun tartıp düşünmeyi, sonra bir kere daha düşünmeyi gerektirirdi. Hayal kurarken bile ölçülü olman gerekirdi ki ölçünün ayarına da kendin karar veremezdin, senin yerine çoktan karar verilmiş olurdu.

Ay'a gidecekmiş...

Ne var ki yıllar içinde aldığı hâliyle son derece ölçülü olduğuna inandığım hayallerimin, aslında çok da ölçülü olmadığının o akşam bilincine varmıştım. Kalbim ağzımda atıyordu. Gelenleri kapıdan içeri buyur ettiğimden beri beynimden aşağı kaynar sular birbiri ardına boca ediliyordu: Resmen istemeye gelmişlerdi beni. Daha yirmi yaşındaydım üstelik.

Mutfakta annemle kahve pişirirken, "Nasıl böyle görmeden etmeden direkt eve istemeye geliyorlar, aklım almıyor," diye söylendim. Osman Gazi ta 13. yüzyılda Yarhisar tekfurunun kızı Holofira'ya, oğlu Orhan Gazi'yle evlenmek isteyip istemediğini sormuştu. Kayı Boyu'nun âdeti böyleyken, 21. yüzyılda Gökdere boyunda benim babam, peşine görücüleri takıp eve getirmişti. "Hangi çağda yaşıyoruz, anne?"

Allah'tan annemin de pek hoşuna gitmemişti bu durum. Her sinirlendiğinde olduğu gibi beyaz teni boynuna kadar kızarmıştı. "Oğlan seni görmüş, beğenmiş. Babası da babanın çarşıdan kırk yıllık ahbabı. Hayır, gelmeyin, diyememiş baban." Ocaktaki cezveden bana dönen bakışları neredeyse özür diler gibiydi. "Bilmez misin babanı?"

Esnaf İşi Aşk (I-II-III)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin