Yolculuğumuzun ilk durağı Bağdat'tı. Üzerimizde askeri üniformayla giriş yaptığımız bu şehir, medeniyetin ve acının beşiğiydi biliyordum. Üniversite yıllarında okuduğum eserlerde arap edebiyatının kalbi olan Bağdat, edebiyatta yaratıcılığın başkenti kabul edilirdi. Divan ve halk şiirlerinin eski metinlerinde sıkça rastlardım bu masal şehrinin adına. Allah vergisi lütfedilmiş bahçede dedikleri bu şehir, benim yüreğim gibi acılara da sahne olmuştu. Ömrümde fani gözlerimle şimdi görmek varmış Bağdat'ı. İyi bir dost olmuştuk adımımı atar atmaz. Yüreği acılarla dolu bu memleket kanayan geçmişini zamanla nasıl sardıysa beni de bağrına basacak ve kendinden mutluluğa uğurlayacaktı. İnanıyordum.
Çin efsanelerinden fırlamış bir ejderhayı andıran Dicle nehri zamanda yolculuk yaptığını hissettiren iki yakaya ayırmıştı şehri. Tarihi geçmişini gölgelemeden modernize olmaya çabalayan bu şehri attığım her adımda daha çok özümsüyordum. Pek de kalabalık diyemeyeceğim caddeleri çok fazla sayıda taksi ile doluydu. Herhangi birisine binerek Dicle'yi takip edercesine yola çıkmıştık. Hülyalara daldığım bu kısa yolculuğum, dar sokakları olan bir caddede son buldu. Pek gelişmiş bir çarşıyı andırmıyordu. Kuytu köşelerde kalmış tozlu antikalara benziyordu.
Küçük dükkanlar peş peşe sıralanmıştı. Çarşının erkek nüfusu çoğunluktaydı. Tabureleriyle dar sokakların içine taşan esnaf, ellerindeki zift siyahı çaylarıyla geleni gideni süzüyordu. İnce kaldırımlarda taburelerin rastlanmadığı yerlere dükkanların içindeki ürünler istiflenmişti. ABD askeri üniformasıyla önlerinden geçerken taburelerini alan esnaf tedirginlikle dükkanlarına sıvışıyordu.
Kapısının önünde envayi çeşit malzeme dolu olan bir dükkanın içerisine girdik. Tıkış tıkış duran kıyafetlerden, üst üste alelade atılmış gibi duran plastik ürünlerden sıyrılarak karşımızda duran minik masaya doğru ilerledik. Masanın arkasında gömülü şekilde duran beyazlamış sakallarına rağmen elindeki ince işi yapmaya devam eden ihtiyarın karşısında durduk. Önünde duran bizi fark edip kafasını kaldırdığında heyecanla ayağa fırladı.
" Arjin! Oğul!"
Yaşlılıktan küçülmüş bedeniyle Arjin'i kocaman sarmalamıştı.
" Oğul beş yıldır senden haber alamadıklarını duydum. Öldün dedilerdi bana."
" Affan dede" diye fısıldadı Arjin.
Onun bezgin halini anlayan Affan dede bir şey sormadan yerine oturdu. Uzun zamandır görüşmedikleri belliydi. Ellerinde büyümüş çocuğa bakarken iç geçirdi. Yaşlı nefesi boğazında hırıldadığında cevap bekleyen gözlerine bakarken Arjin;
" Çok uzun hikaye Affan dede." diyebildi.
Arjin'in suskunluğundan anlatmak istemediğini düşünen yaşlı adam ısrar etmedi. Ne benim kim olduğumu sordu, ne de üzerimizdeki kıyafeti. Bilgece davranışları beni etkilemişti. Sanki bize bakarken yaşadıklarımızı yüzümüzden okur gibiydi. Ama gözlerini benden alamıyordu. Kaçamak bakışlarla sürekli şaşkınca bir ifadeyle bana bakıyordu. Gözlerindeki şaşkınlığın altında korkuda sezinliyordum. Ortamdaki bu gerginliği fark eden Arjin buna bir son vermek adına;
" Sadece çok benziyor. O değil." dedi. Kafasını yere eğmiş benim duymamamı umut ederek söylemişti sözlerini. Ne demeye çalıştığını çözmeye çalışmaktan yorulmuştum. Bu yolculuğun bitmesini bekliyordum sorularımı aydınlığa kavuşturmak için.
Ona inanmış gibi yapan Affan dede meseleyi değiştirmek için adım atmıştı. Konuşmalarından anladığım kadarıyla aynı köylüydüler. Yaşadıkları korkunç olaydan sonra Affan dede ailesiyle Bağdat'a yerleşmişti. Muhabbetin uzayacağı belliydi ve bizim çok acelemiz vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
YAŞAM ATEŞİM
Science Fiction@yetişkin içerik Ya aşık olduğunuz adam size daha önce bir kez daha aşık olmuşsa tepkiniz ne olurdu? Bu korkunç olsalıklar zincirinin bedelini yaptığı seçimlerle her karakter er ya da geç ödeyecekti. Buyurun hep beraber bu gizemli hikayede...