Bölüm 4

156 26 74
                                    

Hayatta her yükseğe çıkışın bir yere çakılışı olduğu gerçeğini doğduktan sonra yere bırakıldığım anda anlamış olmalıydım. Fakat bunu benimsemekte pek başarılı olmadığımı kendimi bir kez öldürmemden anlayabilirdiniz.

Toparlanmakta iyi biri değilim, hiçbir zaman olmadım. Eski hayatımda biri canımı yaktığında bunu aşmak, daha doğrusu aştığımı sanmak, günlerimi alırdı. Hatta onu affetsem bile yüzüne her baktığımda bunu hatırlamaya devam ederdim. Kinci değildim, kimseye karşı öfke tutamayacak kadar yorgun hissederdim kendimi fakat kalp kırıklarımı saklamakta üstüme yoktu.

Belmar'da gözümü açtığım andan itibaren kendimi mutlu olmaya çok adamıştım. Kendimi öldürmemle biten 20 yıllık bir trajediyi tamamen kestirip atmanın mümkün olmayacağını biliyor fakat ikinci defa farklı şartlarla verilen şansın da keyfini çıkarmaya çalışıyordum. İyileşmeye çalışıyordum. Toparlanmanın bu sefer kaçınılmaz bir sonuç olduğunu düşünüyordum ve nedense her şeyin yolunda gideceğine dair garip bir inancım vardı. Sanki işler benim bir şey yapmama gerek kalmadan kendiliğinden yürüyecekmiş gibi.

Doğrusu kendimi o kadar motive etmiştim ki Calum için ne yapabileceğimi düşünmemiştim bile, yakın olduğumuz andan itibaren nasıl olsa bir yolunu bulurum, işleri anlamak daha kolay olur gibi düşünmüştüm. Bu yüzden sözlerine takılmıyor zamanla aşacağımıza inanıyordum.

Eh, işler farklı gittiğine göre yanlış yoldaymışım. Sandığımın aksine Calum Hood'la yakın olmak beni bir yere götürmeyecek olmalıydı, ki edecek bile olsa bu saatten sonra nasıl yakın olabileceğim konusunda bir fikrim de yoktu. Benden sebepsizce nefret eden birine istemediği sürece yakın olamazdım.

Pazartesi sabah yataktan kalkmakta zorlandığımdan dükkanı biraz geç açmıştım. Salı gün Michael'la Luke evime gelip nasıl olduğuma bakmış ve beni Calum'ın söylediklerinin bir anlamı olmadığına ikna etmeye çalışmışlardı. Perşembe gün beni buluşmaya çağırdıklarında inanmamalarına rağmen havadan bir bahane bulup gitmemiştim. Pazar gün kafamı oyalamak için okuduğum kitapların altıncısındaydım. İşten geldikten sonra yaptığım tek şey kitap okumak ve tavana bakıp düşünmekti.

Sekizinci günde hala bir gelişme olmamıştı. Ne yapacağımı bilmemek beni deliye döndürüyordu fakat diğer yandan tamamen umutsuzluğa düşmenin bir anlamı olmadığını, kendimi tamamen üzüntüye verirsem hiç toparlayamayacağımı bildiğimden normal yaşantıma devam etmeye çalışıyordum. 

''Düşünceli görünüyorsun.'' Kapının açıldığını duymamıştım.

''Biraz canım sıkkın.''

''Öğle yemeğini yedin mi?'' Başımı iki yana salladım.

''Eh, seni bir yemeğe çıkartmama hayır demezsin öyleyse değil mi?'' Gülümsedim ve onayladım. ''Önce lalelerini hazırlayayım öyleyse.''

Liam, her pazartesi bir buket beyaz lale almaya gelen adamdı. Üçüncü veya dördüncü gelişinde tanışmıştık. Bazen kahve içiyor ve sohbet ediyorduk. Yaşı benden büyüktü fakat beraber zaman geçirmekten gerçekten keyif alıyordum. Hiç sahip olmadığım abim gibiydi. Geçen hafta da moralimiz bozuk olduğunu anlamış ve çay içerken beni neşelendirmek için elinden geleni yapmıştı.

Buketini hazırladıktan sonra açık bulduğumuz bir pastaneye gidip oturmuştuk. Yılın son günü olduğu için dükkanların çoğu kapalıydı.

''Ee, anlat bakalım. Kafanı bu kadar meşgul eden nedir?''

''Biri var.'' Kaşlarını kaldırıp muzipçe güldüğünde aklından geçirdiklerine itiraz ettim. ''Yani, yardım etmek istediğim biri var. Yanında olmak istiyorum. Ama o pek... Benden hoşlanmıyor. En kötüsü de nedenini bilmemem. Ona hiçbir şey yapmadım. Ortak arkadaşlarımız var, çok fazla beraber zaman geçiriyoruz ama buna rağmen beni tanımak istemiyor. Beni istemiyor.''

song of happinessWhere stories live. Discover now