〄 Flickering Souls

117 9 30
                                    

Fıʀᴛıɴᴀʟᴀʀıᴍıɴ sᴇssɪᴢ ᴅᴜ̈ᴍᴇɴᴄɪsɪ
Sᴀᴠᴜʀ ʙᴇɴɪ ᴅɪʟᴅᴀ̂ʀıɴ ᴋᴏʏɴᴜɴᴀ
Hᴀsʀᴇᴛɪᴍᴅᴇɴ ᴋᴏᴋᴜsᴜɴᴜ ᴇsᴋɪᴛᴛɪᴍ.

Soğuk. Bedenimin aciz titreyişlerinden yavaş yavaş ruhuma doğru uzanan o hiddetli soğuk... Hep derlerdi de inanmazdım önceden. Sevgiye değil, sevilene muhtaç kalmak en büyük dert olurmuş insana. Ne zaman arasa onu kalbi, çölün yakıcı gündüzünden dondurucu gecesine doğru akarmış yaşları. Tam o anda ruhunda yer edinen çaresizlik zamanı durdurur ve sonsuz bir geceye hapsedermiş titremelerini. Tutsak edermiş geçmeyen özlemine. Bittabi mağlup edermiş... İnanın, bilmezdim önceden. Onu birkaç saniye bile göremeden, zamanın içinde akamadan, kaybolup giden günlerim olmasaydı eğer cahildim ben hala çölüne. Ama yaşamıştım işte. Özlemek ne demek, çok iyi biliyordum. Ve ben, aylardır onu özlüyordum.

Adını anmaya cesaret edemeyecek kadar bitap düşmüş dudaklarımda, halime acıyarak beni izlemeye devam eden Kim Taehyung'un meşhur çürük gülümsemesi yer edinmişti yine. O bile üzülüyordu buz gibi gecede bir başına kalan yorgun çöl tilkisine. Kendi adımlarının ardında peşinden sürüklediği ruhunun, uçsuz bucaksız kum denizinde kaybolan varlığına bakıyordu hüzünle. Ne pişmanlık duyabiliyordu geldiği için ne de mutlu olabiliyordu kaldığı için. Arafta sıkışmış zayıf benliğim, hem bu belirsizlikle mücadele etmeye çalışıyor hem de onun özleminde savrulup giden mevsimlerin geri dönmesini bekliyordu. Bu bekleyişin, içimde bir yerlerde sonsuzluğa uzanacağını bilmek ise, benim en acımasız gerçekliğimdi. Bile isteye savrulmaya devam ettiğim o topraklarda belki de hiçbir zaman çiçekler açamayacaktı. Belki de hiçbir zaman gelmeyecekti ne kış ne de ilkbahar. Ama buradaydım işte. Onun çölünde ve onun sonsuzluğunda yaşamaya devam ediyordum. Üşümeye devam ediyordum...

Titremelerimin biraz olsun azalması umuduyla kolları arasına sığındığım arkadaşımla gözlerimi buluştururken, zihnime bağlanıp katranlaşan düşünceleri defedebilmem imkansız gibi görünüyordu. Sanki onları benim yerime yok etmek istermiş gibi saçlarımı karıştırıyordu Jimin. Buğulu gözlerime bakarken içten bir şekilde gülümsüyor, elindeki viski dolu bardağını yudumlarken diğerlerini dinlemeye devam ediyordu. Onun bu sakin hali beni de mayıştırırken nasıl alkole karşı bu kadar dayanıklı olduğunu anlamaya çalışıyordum. Su gibi gün atlamadan tükettiği o lanet içeceğin sadece iki bardağı beni 'o'nun kapısına götürmeye yeterdi. Fakat dediğim gibi, Jimin için durum farklıydı. Sarhoş olmak için içmezdi o, bir tutkuydu viskiyle arasındaki bağın özü. Jungkook'la olan tuhaf ilişkileri de Jungkook'un Jimin'in polis akademisinin kütüphanesine sakladığı viski zulasını bulmasıyla başlamıştı. Sonunda 2 yıldır aşık olduğu çocuğun dikkatini çekebileceğini düşünen Kook onu bu zulayı kendisiyle paylaşmazsa ifşalamakla tehdit etmişti. Ama içmekte en az benim kadar berbat olan 'minik' arkadaşım, bir şişe viskinin yarısını gömdükten hemen sonra Jimin'e yanlışlıkla ona aşık olduğunu itiraf etmiş ve buna sinirlenerek her şeyin sorumlusu olduğunu düşündüğü o içkinin hepsini toplayıp lavaboya dökmüştü. Yaşadığı olayın şokunu atlatamadan yanıma gelen Jimin'in öfkeyle Jungkook'a saydırdığı o küfürler daha dün gibi aklımdaydı. Ertesi gün utangaç bir şekilde kendisinden özür dilemeye, kaldığımız eve gelen çocuğu bir güzel azarlamış, 'İtiraf ettikten sonra ortalığı dağıtman değil ben öpmen gerekirdi aptal!' diye suratına bağırmıştı. Sonrası ise şaşırtıcı derecede vahşi-sevimli bir ilişkiye dönüşmüştü. Biraz da vıcık... ve ben hala Jimin'in sevgili olmadan önce, her şeyde mükemmel olan akademi birincisi Jeon Jungkook'u kıskanıp sürekli bana kötülemesine rağmen, nasıl ona böyle kör kütük aşık olduğunu anlayamıyordum. Tam bir dengesizdi. Ama her haliyle de benim en değerli dostumdu. O ve Hoseok hyungumun bana kazandırdığı ailem, hayatımda önemli olan tek kişilerdi.

Silent Cemetery of The Igniting HeartsWhere stories live. Discover now