İftira.

1.8K 184 185
                                    

Yaklaşık 2 haftadır Lu Han'ın konağında kalıyordum. Sevdiğim kişiye ilk kez bu kadar yakınım onun gelmesini beklemek zorunda değilim. Ya da geleceği günleri hesaplamak zorunda da...  Ama kimsesizdim. Aile olarak kast etmiyorum. Onların yanında yalnız hissedeli çok oluyordu ama kendi evim kendi topraklarım kendi arkadaşlarım olmadan, hiçbir sıfatla bu ülkede yaşamak oldukça zordu. Lu Han'ın davranışları bana yardımcı olmaktan çok uzaktı. Her hareketimde beni tehdit ediyor, krala cariye etmekten bahsediyordu. 

Gök tanrıların ruhu, benimleydi belki de. Beni bağlayan tek şey buydu. Bir Türk esir olmaz derlerdi, esirdim. 

Burada insanların bana iyi davrandığı söylenemezdi. Lu Han'ın konağında bulaşıktan sorumlu kişi bendim, diğer işlere bakan kızlar daha önce bir prenses olduğumu öğrendiklerinde bana kötü muamele etmeye başlamışlardı. Onlara göre Buda beni cezalandırmış ve buraya göndermişti. Kötü bir kişilik ve kötü bir kaderle doğmuş olmalıydım. Bana bir yaratıkmışım gibi davranıyorlardı. Dışarıya çıkamayalı, özgürlüğümü kaybedeli çok olmuştu. Acımasızca Lu Han'dan merhamet beklediğim günler ise sadece ilk 3 gündü. 

Yanlışlıkla, kilerin kapısını kapatmış ve içeride mahsur kalmıştım. Lu Han beni duymuştu ve kapımın önünde kahkaha atmıştı, aklımın başına gelmesi için bu bulunmaz bir fırsatmış... Sabaha kadar soğukta ve nefeslerini hissettiğim farelerle yaşamaya çalışmıştım. Korkuyordum, en çok da aklımı kaybetmekten. En çok da kimsenin bilmediği bu yerde ölmekten, ölüme terk edilmekten. 

Bulaşığı yıkarken büyük kadehi kırmış, camları bileğime saplanmıştı. Kandan korkardım. Eğer kendi yurdumda olsaydım çoktan hekimler gelir ve benimle ilgilenirdi. Ben de kızlara iyi olduğumu söylerdim onlar gülümser ve iyi değilsiniz hanımım derlerdi. Bende beni ne kadar iyi tanıdıklarını söyler, onlara sarılırdım. Kollarında uyuduğum zaman geçerdi.  Kızlar burada dikkatsiz olduğumu söylemişler, elimden almışlardı sadece. Bayılacak gibi hissediyordum ama kendimi tutmuştum. Korkuyordum, üstüme basıp geçmelerinden korkuyordum. En kötüsü yine Lu Han görmüştü. Bana geldiğinde bu aptal ve kırılgan kalbim heyecanlanmış bana yardım edeceğine dair umutla dolmuştu. 

''Bir kere değil bin kere ölüşünü izlemek keyifli. ''

Söylediği şey bu olmuştu.

Bir kere değil..

Bin kere ölmek....

Beni en iyi anlatan kelime olmalıydı. 

Bir kere değil bin kere ölüyordum. 


-

Gecenin bir saati hepimiz uyandırılmıştık. Burada çalışan bir kızın altın kolyesi kaybolmuştu. Tüm herkesin odası aranmıştı ve hiçbir yerden çıkmamıştı. Lu Han çok kızgındı. Hanesinde bir hırsız barındırmaktan mutlu olmadığını dile getirip duruyordu. Kim çıkardıysa geri getirsin, kovmayacağım diyordu. Çok şaşırmıştım. Ayrıca burada çalışan kızın altın kolye alacak kadar para kazanması biraz tuhafıma gitmişti.

''Kesin bu prenses bozuntusu çalmıştır! ''

Eşyası çalınan kızın en yakın arkadaşı parmağı ile beni gösteriyordu.  Çok şaşırmıştım. Hayatımda ilk kez hırsızlıkta itham ediliyordum.  

''Ne? Ben mi? '' 

Tüm şaşkınlığımla bağırarak söylemiştim. İnanamıyordum. Buradaki insanlar tek suçlu olarak beni görüyordu.

''Sonuçta bir Türksün. Bir Çinliye zarar vermek istemeyeceğini nereden bilebilirim! Kıskandın işte. Artık prenses değilsin diye buradaki mal varlığımıza göz diktin. ''

Her şeyi kabul edebilirdim ama bu biraz ağır kaçıyordu. Ben asla bir hırsız değildim. Hırsızlık yapabilecek birisi değildim. Başka bir ırktan ve önceden bir prenses olmamdan ötürü tek suçlu olarak beni görüyorlardı. 

Hiçbir şey söylemedim. Çünkü söyleyecek kadar güçlü değildim. Ağzımı açsam ağlayacağımdan emindim. Sadece bana Türk olduğumu hatırlatan tek nesneyi, kolyemi çıkardım. Bu bana geçen yıl olan doğum günümde annemin verdiği bir hediyeydi. Belki de ilk hediyesi. Bunu ona uzattım.

''Gök tanrılar adına onu ben almadım. Bu benim ailemden kalan bir kolye diğerinden daha pahalı olduğuna eminim. Bunu al ve beni suçlama. ''

Artık ağlıyordum. Çünkü korkuyordum.  Bana açinayı hatırlatacak tek şey de artık benim değildi.

''Bir de diğerinden daha pahalı diyor sen tam bir  kıskançsın! '' Bu sefer eşyası kaybolan kız benim üzerime doğru yürümüş ve annemin hediyesi olan kolyeyi yere atmıştı. Kırılmıştı.

Varlığından daha yeni haberim olan Lu Han sonunda konuştu.

''Eski bir prensesin böyle ufak bir kolyeye sahip olmak için hırsızlık yapacağını mı düşünüyorsun?  Onun almadığına eminim. Rahat bırakın. ''

Lu Han ilk kez beni korumuştu. Kalbim mutluluktan uçuyor gibiydi. Neden bu kadar heyecanlandığımı bile bilmiyordum. Mutlu olmuştum. Annemin kolyesini almış ve cebime koymuştum. Kullanamasam bile saklamak isteyeceğim kadar değerli bir şeydi. 

Herkes yataklarına gittiği zaman, Lu Han'ı kolundan tutmuştum. Bana doğru döndüğünde kızgın yüzünü görmemle hemen kolunu bırakmıştım.

'' Beni koruduğun için teşekkür ederim. Yemin ederim ben çalmadım. ''

Büyük bir kahkaha atmıştı.

''Senin almadığına eminim. Çünkü ben aldım. Seni suçlu çıkarmak için eski prenses... Ve bir de seni koruyarak bir ilki gerçekleştirdim. Buradaki hiçbir hizmetçiyi korumam. Bu yüzden herkes benim sürtüğüm olduğunu düşünecek. Hırsız olmanla birlikte. Annenin bana olan hediyesine karşılık say. ''

O mutfaktan çıktığında, daha ne kadar parçalara ayrılabilirim diye düşündüm. Fillerin tepiştiği sahalarda otların ezildiği ile ilgili bir rivayet vardı. Onu yaşıyordum. Beni ilgilendirmeyen olaylar neticesinde en çok acı çeken kişi yine ben oluyordum. İntihar edecek kadar bile gücüm yoktu.  Ne yapmalıydım? Çıkış yolu bulamıyordum. Gök Tanrı beni cezalandırıyordu. Ne için cezalandırdığını bile bilmiyordum. 

Lu Han yoksa, ağlayabilirdim. 

İçim çıkana kadar ağladım.

Gökyüzü benim için aydınlanana kadar ağladım.

Ve eğer  daha fazla hiç olursam, dayanamayacağımı biliyordum. Kırılıyordum, sevilmeyi beklediğim yerlerden tüm hücrelerimle kırılıyordum.

Gök  tanrı bana acıyana kadar da kırılacağım.


LUHAN OC STORY - ASKER. ✔Where stories live. Discover now