The Cure - Friday I'm In Love

***

Kahvaltıdan sonra dışarı çıkacağımı söyleyip ormana gitmiş, bir süre dolandıktan sonra Gerard'ın evine gitmiştim. Sonuçta artık evini biliyordum ve onunla buluşmak için geceyi beklememe gerek yoktu.

Kapıyı tıklattıktan yaklaşık bir dakika sonra Gerard tarafından açıldı. Gerard kapıyı açtığı an yerinden sıçrayarak, ''Ah!'' diye bağırdı.

''Hey, sorun ne?'' diye telaşlanırken kolunu dışarı doğru uzatıp yüzünü saklamaya çalışıyordu. Güçlükle konuştu:
''Kapat şu kapıyı! Öğlen vakti buraya acayip derecede güneş vuruyor.'' Sorunun ne olduğunu anlamıştım. Aceleyle içeri girip kapıyı kapattım.

''Tanrım,'' dedim Gerard'a doğru ilerlerken. "Bir şey var mı?"

Gerard'ın yanına gidip tuttuğu koluna baktım. Kızarmıştı. Ama normal bir kızarık değildi. Sanki ütüye yapışmış gibiydi.
"Sorun yok," dedi Gerard, acı içinde. "Güneşte bir saniye bile kalınca böyle oluyor."

"Özür dilerim," dedim utangaçça. "Ben sadece-"
Gerard sözümü kesti. "Sorun değil."

Bu konuyu daha fazla uzatmak yerine koltuğa oturmayı tercih ettik. Gerard'ın yarasına tekrar baktım ama iyileşmiş olduğunu gördüm.

"Hey," dedim. "Mikey ne durumda?"

Gerard, sehpanın üzerindeki zarfları göstererek, "Aynı." dedi. Kardeşinin ondan bu kadar nefret etmesi beni üzüyordu. Ama aralarına da girmek istemiyordum.

"Frank," dedi yüzüme bakarak. "Saçınla oynayabilir miyim?"
Bu beklemediğim bir soruydu işte. "Şey," dedim. "Peki." Neden kabul etmiştim ki?

Gerard'ın kucağına başımı koyup koltuğa yattım. İçimdeki bastıramadığım korku yüzünden gözlerimi yumdum.
Gerard'ın ellerini saçlarımda hissedebiliyordum. Bir kediymişim gibi okşuyordu. Ellerinin soğukluğu yüzünden ürpersem de hoşuma gitmişti.

"Saçların çok güzel," diye fısıldadı, Gerard. "İlk gördüğümde kıskanmıştım. Şimdi ise, bu saçların senden başka kimsede olmaması gerektiğine karar verdim."

"Seninkiler de güzel," dedim aynı şekilde fısıldayarak. "Çok güzelsin. Bunu söylerken utanıyorum ama öylesin."

"Benim güzelliğimle seninki aynı değil, Frank," Ellerini yanaklarıma sürttü. "Senin güzelliğin doğal. Benimki ise lanet."

"Bu çok güzel bir lanet ama." diye sayıkladım. Onun soğuk ellerine alışmaya başlamıştım. Eskiden beni ürküten ses tonu artık bir ninniyi andırıyordu.

"Seninle olduğum zamanlar şarkı söylemek istiyorum." dedi kısık ses tonunu bozmadan.

İstekle, "Söylesene." diye mırıldandım. O hala saçlarımı karıştırıyor, yanaklarımı okşuyordu.
Birkaç saniye boyunca sustu. Tam söylemeyeceğini düşünecekken bir şarkı mırıldanmaya başladı:

" I don't care if monday's blue.
Tuesday's grey and wednesday too.
Thursday i don't care about you.
It's friday i'm in love."

Sesinin güzelliği karşısında büyülenmiştim. Başka hiçbir şey düşünmeden onun mırıltılarını dinlemeye başladım.

"Monday you can fall apart.
Tuesday wednesday break my heart.
Thursday doesn't even start..."

Bu tatlı şarkı ve saçımda dolaşan ellerin eşliğinde uykuya dalarken son duyduğum şey; yine Gerard'ın sesiydi:

"...It's friday i'm in love."

***

Gözlerimi aralarken ilk hissettiğim şey bir battaniyeydi. Esneyerek kafamı kaldırdım. Gerard ortalarda yoktu. En son, onun güzel sesiyle büyülenip uyuduğumu hatırlıyordum.

Yerimden doğrulurken karnımın guruldadığını duydum.

''Aç mısın?'' Bu ses arka taraftan, Gerard'dan gelmişti. Kafamı sese doğru çevirdim. Bu kez karşımda rahat kıyafetler giyen bir Gerard yoktu. Onu ilk gördüğümdeki gibi, takım elbiseli ve makyajlıydı. Gözüne sürdüğü o kırmızı şey, onu daha da güzelleştiriyordu.

''Şey,'' dedim ona bakarken. ''Aslında evet.''

Gerard bana bakıp gülümsedi. ''Pekala. Öyleyse o kıçını kaldır ve bir şeyler yemeğe git. Ben kanla besleniyorum. Burada senin için bir şey yok.''

Bu cümleyi duyduktan sonra hayal kırıklığına uğramıştım doğrusu. Hiçbir şey söylemeden şaşkınlıkla güldüm.

En sonunda, "Hey," dedim. "Kaç saattir uyuyorum?"

"Aslında neredeyse hava kararacak. Yani epey oldu."
Ayağa kalkıp son bir kez daha esnedim. O sırada Gerard yanımda bitti. O konuşmadan ben konuştum:

"Eğer burada sana rahatsızlık verdiysem-"
"Hayır, hayır," diye sözümü kesti. Bana yaklaştı eve ellerini yanağıma koyarak gözlerimin içine baktı. "Çok güzel uyuyorsun. Şey, ve, bunu senden saklamayacağım... Sen uyuken birkaç kez boynunu öpmüş olabilirim."

Utancımdan yerin dibine girdiğim bir an daha.

"Şey, ben..." derken ellerimi boynuma götürdüm. Gerard'ın bu 'itiraf'ından sonra kaşınmaya başlamıştı.

"Akşam olduğunda benim bir yere gitmem gerekiyor. Bilirsin, yiyecek bulmak için," Bu cümleden biraz korkmuştum açıkçası. "İstersen sen şimdi git. Ben de gideceğim birazdan."

"Pekala." deyip gülümsedim. Soğuk ellerini yanaklarımdan çektiğinde kapıya doğru yürüdüm. Arkamdan seslendi:

"Hey, Frank," dediğinde durup ona baktım. "Ya da... Boş ver gitsin."

***

"Ben geldim!" diye bağırdım eve girerken. Ses çıkmamıştı. Herhalde Ray evde değildi. Bob da zaten hala ailesindeydi.

Biraz ders çalışmak için odama geçtim. Yarına yetiştirmem gereken ödevin yalnızca film izleme kısmını yapmıştım. Ama analiz edip rapor hazırlama kısmı hala duruyordu. Onu tamamlayıp bugün hiç aramadığım annemi arayabilirdim.

Ödevimi yaparken oldukça sıkılıyordum. Aklımı kurcalayan birtakım düşünceler vardı. Gerard bana ne diyecekti? Ve sonra neden vazgeçmişti?

Ah! Neden ona söylemesi için ısrar etmek yerine sorgulamadan çekip gitmiştim ki? Tam bir aptalım.

Ders çalışmaya biraz (!) ara verip pencereye doğru yöneldim. Hava tamamen kararmıştı. Hatta bir anda yağmur bastırmış, şimşek çakmaya bile başlamıştı.

Buradan, orman olduğu gibi gözüküyordu ve bu nedenle -genel olarak benim kullandığım- tel örgünün kopuk yerinden geçen adamı da rahatça görebiliyordum. Elinde sivri bir tahta kazık vardı. Yüzünü görmeye çalıştım. Oldukça tanıdık geliyordu. Kim olduğunu aklıma getirmek için zihnimi zorlarken kafama dank etti:

O, Gerard'ın kardeşi Mikey idi! Peki burada ne işi vardı?

Ya da tahta kazığın onda ne işi vardı?

vampires will never hurt you / frerardWhere stories live. Discover now