Yedi miydi uğuru(Ömeri) getiren?

571 34 23
                                    

Merhaba canım okuyucularım:*
Altı gün aradan sonra dördüncü bölümle yeniden döndüm)
Bölümü yazmadan önce bir şeye aydınlık getirmek isterim. Burda bazı arkadaşlar kapak fotoğrafınındaki  kara çarşaflı kadınlara göre beni İslam düşmanı etti ama asla öğle değil. Ben kendimde bir müslumanım ve ALLAHa inamımda, imanımda tam. Sadece bu bir acı gerçek ki bu gün İslamın yayıldığı her yerde cehalet var. Nedenin asla İslamda görmüyorum, sadece bazı insanlar İslamı kendi çıkarları için istediği gibi yöneltiyor. Ve bu yönetimde en çok ezilen, hakları çiğnenen kadınlardı. ALLAH izin verirse bu kitabımla onları sergilemeye çalışacağım. Lütfen yorum yazmazdan önce yazdıklarımı iyice okuyun ve sonra comment yazın.
Anlıyorum yazdığım hikaye bügün ki taleplere (okul hikayeleri, aşk üçgenleri falan) uygun değil ama benim amacım ünlü olmak değil kendimce doğru bildiğim bir şeyi yapmak çabasındayım.
Neyse çok uzattım hepinize saygılar sevgiler:* :*

İçinde hiç de umduğum gibi yeşil baş örtüsü yoktu, sadece toplu kağıtlar ve o an ne olduğunu daha bilmediğim bir sürü kalem vardı. Şaşkınlık içinde "bu ki renkli örtü değil." üzgünce "Bunlar ne?" diye sordum.
"Defter, kitap, rengli kağıtlar ve kalemler"
"Bunlarla ne yapa bilirim?"
Şaşkınlıkla "Hiç kullanmadınmı?" diye sordu.
Utanıyordum ama cevap vermek zorundaydım. "Bizim buralarda bunlara ihtiyaç duyulmaz" dedim.
" şey.. şey.. nasıl anlatsam? Bunlar yazmak ve okumak için kullanılır"
Şimdi soracağım soru gururumu çok incitecekti ama sormazsamda hiç bir zaman bilmeyecektim. 
"Okumak, yazmak ne?" sorarken Ömer'in şaşkınlıktan büyümüş güzlerinin şahidi oldum. Ama o, bir beyefendi idi, açık vermeden şaşkınlığını içinde boğarak "istersen öğretirim. Nasılsa yaz bitene kadar burdayım" dedi.
" annen izn vermezki "
" niye izn vermesinki?"Senin gibi güzel bir hanımefendiye okumayı öğretmekten gurur duyarım." gülerek "Ayrıcada örtüsüz dahada güzelsin" dediği anda anladım şaşkınlıktan baş örtümü unuttuğumu. Hemen koşup o iğrenç kara örtünü başıma saldım. Ömerse kızgın olmak yerine aksine gülüyordu. Özür dilmek istiyecektim ki annem yemeğin hazır olduğunu söyleyip, bizi yemeğe davet etti. Kadının isli, dövüldüğü zaman dizine denk gelerek bir tarafı içeriye doğru batmış tencereyi ortalığa koyarken nasıl utandığı gözlerinden değil yanağının kızarmasından belliydi. Tabağımız yoktu, üçümüzde tencereden yemeliydik. Bir tarafı batık, hisli ve fazla eski olduğundan dibi incelipte yemeklerin yanmasına neden olan tencereden. Ömer gibi hep şehirde zenginlikle büyümüş birisi buna aldırmadı bile. Bizimle beraber bir köşede oturup tencereden yedi, hatta yemeğin güzel olduğunu söyleyip anneme teşekkür de etti. Yemek bittikten sonra kapı bir daha dövüldü, o kadar safım ki bu seferde babamın geldiğini düşünüp kapıya koştum. Ama maalesef babam değil, Osman amcamdı. Kapının önündeki duruşundan;çatık kaşlar, yerinden çıkacakmış gibi gözler, biri belinde bir diğer kapıda olan ellerden nasıl ögkeli olduğu belli oluyordu. "Ömer" deye bir ağız bağırınca  Ömer hemen telaşlıca yerinden kalkıp oraya koştu, annem de ardınca. "Osman ağa Ömer bayım buraya daha yeni geldi, şimdi ayrılacaktı" sözleri daha kadının ağzında bitmemiş amcam annemi iterek Ömer'in elinden tutup dışarıya fırlattı." Baba ne yapıyorsun?" deyip, babasının elini bırakıp anneme koşan, gördüklerinden kendini kaybetmiş Ömer onu yerden aldı, hatta babasının adından üzürde diledi. Tabi bu amcamı dahada hiddetlendirmişti. " kadın! kadın! sen hangi cesaretle benim oğlumu kulübende misafir ediyorsun?" sözlerini yüksekten bağırarak demesi babamın konaktan inmesine sebep olmuştu. Sabahtan beri beklediğim babamın şimdi gelmemesi için dualar eder haldeydim ama nafile. Amcam olanları babama anlatınca, kıyamet koptu. Babam annemin saçlarından tutup eve çekerken annemin çığlıkları bütün konağı bürümüştü. Ömer bu manzarayı görünce adeta şaşkınlıktan deliye dönüyordu. Ona dönüp ağlayarak "bir daha gelme!istemiyorum! Biz lanetliyiz, lanetimiz senide sarar"  söyleyip balkondan, penceredeki perdenin arkasından gizlice bizi izleyip sevinenlere göz atıp içeriye geçtim. Adam annemi dövmekten beter etmişti. Ocağın yanındaki odunla dövüyor, kadın ne kadar yalvarsada, suçsuz olduğunu desede ona aldırmıyor, sanki onu dövmekten zevk alıyordu.  Aslında annem gerçekten suçsuzdu, onun suçu neydi ki? Sadece evimize misafir almıştı. Ama belki de Tanrı onun bu gün ki dualarını reddetmiş, günahının bedelini suçsuz göründüğü zaman ödetmişti.
Odunu annemin başına vuracaktı ki koşarak elinden tuttum, annemi dövmemesi için yakardım ve ordaca babam doğum günü "hediyemi" taktim etti; elindeki odunla bu seferde beni dövmeye başladı. Odunun değdiği her yerden; Ağzımdan, burnumdan, sopanın sıyırdığı derimden  kanlar akıyor, vücudumun her bir hücresi ağrı nedeniyle imdat diliyordu.
"Seni küçük fahişe, aklın sıra kendini ağa oğluna yamayacaksın ha?" deyip dahada muhkem vuruyor, "Baba vallaha geleceğinden habersizdim. Baba yapma! Kurbanın olayım yapma! Canım acıyor etme baba" desemde sanki dediklerimi duymuyordu. Hırsın bizden aldıktan sonra, bizi kanlar içinde bırakıp evi terk etti. Her yerim ayrı ağrıyor, acılar içinde kıvrılıyordum. Kendi kızına karşı bu nasıl bir nefretti? Ben daha çocuktum, bu kadar dayak beni öldüre bilirdi ama ben doğuştan dayağa öğrenceliydim. Annem hamileyken de az dövülmemiş, yani benim ruhum dayaktan yoğrulmuştu ama şehirli çocuk belliki hiç bunları görmemişti, o yüzdendi şaşkınlığı.
Seher açıldığında güneşin narin ışıkları bizi gecenin kabusundan uyandırdı. İkimizde hem yatak hem misafir odamız hem de mutfağımız olan bu dağılmış yerin bir köşesinde    ağrılar içinde uyuya kalmıştık. Ama artık uyanmak vaktiydi. Beni üvey annemlerim, Annemi ise tavla bekliyordu. Aslında bu yüzle insan içine çıkılmazdı, ama insanlar bizim yüzümüzü böyle görmeye alışmıştılar. Saat altı buçuktu, konakta daha kimse uyanmamıştı ama onlar uykudan uyanana kadar ben odaları temizlemeliydim, her yerim ağrısada, hatta yatalak bile olsam bunu yapmalıydım. Artık bir yılı geçmişti, benim temizlik kariyerime başladığımın. Bu günün de digerlerinden farkı yoktu, her şey  her günki gibi tekrarlanacaktı tek fark  üveylerimde fazla olacak mutluluktu.
Yine her sabah olduğu ki gibi giysilerimi ve hiç sevmediğim örtümü giyerek dışarıya çıktım. Süpürgeni ve diğerlerini alıp konağa kalktığımda, merdivenlerde karıların en kötüsü, iki kızı olup da hiç oğlu olmayan Hatice "hanımefendi" beni bekliyordu. Belli ki yüzümün bu halini görmek için uykusunu en tatlı yerinde bölmüş,  erken uyanmıştı ve bunun onu mutlu ettiği bakışlarından  dışarıya akan sevinçten anlaşıyordu. Ben merdivenlerle kalktığımda oda elleri belinde beni uzun uzun izlemekteydi. Yanına varıp " gününüz mutlu geçsin, anne" dediğimde gözündeki mutluluğu görmemek için yüzüne bile bakmadan geçmek istedim. Ama o   günün mutluluğunun şimdiden başlamasını istiyordu, kolumdan tutup beni geri itti, elile çenemden tutup başımı kaldırarak yüzümün morlukların, yaraların izlemeye başladı. O an gözlerimdeki acıyı gizlemek için gözlerim kapamak zorunda kaldım. Bide üzülmüş gibi " çok kötü olmuş,   yazık, bu izler kalıcı ola bilir." dese de sevinçten delirdiyi çok belliydi. Neyse ki  izlemekten sıkılıp çenemi bıraktı ve hangi işi ne zaman yapacağıma dair talimatlar verdi. Hızlıca yanından ayrılıp işe koyulurken Hatice'nin neden böyle olduğunu düşünüp durdum. Aslında onun bizden tek farkı sadece konakta yaşamasıydı, yoksa oda annem gibi sevilmeyen karıydı. Nedeni basitti, çünkü oğlan doğuramamıştı. Üçüncü karıydı ve o konakta sözünü sadece bize ve hizmetçilere geçirdiğinden, bizlere daha da acımasızdı. Kızları kendisini sadece kötülükde geçe bilirdi. Aramızda kan bağı olmasına rağmen hizmetçileri bile benden daha  iyiydiler. Raqiyye aslında  üvey olmayan kardeşi Rafidanı da kıskanırdı, herhalda nispeten daha güzel olduğu için olmalı. Raqiyye on  bir yaşında ve nişanlı, Rafida dokuzu daha yeni tamamladı. Ama annesi onu daha iyilerine vermek istediğinden hala bekliyordu, niyeti belli ki Osman ağanın oğulları.
Yerleri temizledikten sonra hizmetçilere sofranı düzeltmek de yardım ettim. Her gün sofraya koyduklarımızı; dağların çiçeklerinde dolaşan arıların balını, köyümüzün uçsuz bucaksız otlaklarında otlayan ineklerin sütünden yağı, peyniri, benim topladığım duttan hazırlanmış pekmezi, ince doğranmış domatesi, salatalığı ve muhteşem aşçı, erkekliği hep tartışılan Muhsinin hazırladığı tatlıları gördüğümde canım çok çekse de bana bir lokma bile verilmezdi. Hizmetçilere
sıkı talimat verilmişti bana hiç bir şey vermesinler deye, "lanetimle" sofranın bereketini kaçıracağımdan korkardılar. Lanetim olmasada her gün sofrada kalan gözüm birgün o bereketi kaçıracaktı.
İşleri bitirip aşağı indiğimde  merdivenlerde babamla karşılaşdım fakat selam bile vermeden yanından geçtim. Bu büyük cesaretti benim tarafımdan. Ama onunda hiç birşey yapmaması onun tarafından bağı biçilmez bir iyilikti. 
Avluda Ömer'le karşılaştık, yüzümün yaraların izlerken ben görmezden gelerek annemin yanına gittim. Ahır da anneme yardım ettim; sütleri taşıdım, ineklere ot verdim, pisliklerini atmakta yardımcı oldum. İşleri bitirdikte on iki buçuktu, eve gelip kahvaltı etmeliydik ama kahvaltı için sadece süt vardı, (onuda ahırdaki işi karşılığında verirdiler) ekmeğimiz bile yoktu. Neyse ki hizmetçiler çok da insafsız değildi, bazen kendi evlerinden annemin ekmek isteğini karşılardılar, o gün de onlardandı.
Kahvaltını bitirmek üzereyken her dövüldüğünde kırılacak gibi olan kapımız yine dövülmüştü. Acaba kim olur düşüncesiyle kapını açtığımda, gelmesini istemekle istememek arasında kararsız olduğum Ömer'i gördüm. Yine elinde poşetler kapının önünde bekliyordu. " Gire bilirmiyim?" sorduğunda "kesinlikle hayır" diye cevapladım. Belliki bu cevabı bekliyordu, o yüzdendi hazırlığı. Annem "kim?" diye gelende "lütfen girmeme izin verin" dedi kısa pantolonlu çocuk. Ben "niye geldin? Dünkileri yine yaşayalım diyemi?" söylemeye hazırdım ki annem bir adım geriye çekilerek, başını önüne eğip elile odaya davet etti. Altına bir şilte koyarak oturup konuşmaya başladı. "Öncelikle dün yaşananlara göre üzür dilerim. Ben doğma büyüme Avrupalıyım. Burayla tanışlığım 16 yaşımda, yani geçen yıl oldu. Babam bizi görmeye hep oraya gelirdi, o yüzden hiç buralara gelme gereği duymadık. Yalnız geçen yıl 'baba yurdum'u tanıyım diye buraya getirdi bizi. Köye gelmesekte iki buçuk ay bu bölgede olduk. Bu yıl buraya geldim ve buranın geleneklerini de şimdi öğrenmeye çalışsamda dün olanlara hala anlam veremiyorum. Ve size yaşattıklarıma için gerçekten çok üzgünüm" deyip sustu. Araya sessizlik çökmüş, annemle ben çocuğun sözleri karşısında susup kalmıştık. Ben daha çocuktum,  dediklerini tam anlamadığımdan ona karşı hâlâ kızgındım. Ve " Avrupa"nın neresi olduğunu düşünürdüm. Neyse ki bu sakinlik çok çekmedi, annem " bunda senin bir suçun yok, biz bunları zaten hep yaşarız." duraklayıp "Ama artık buraya gelip de bizi daha da dövdürme" yalvarırcasına demesi dünkü öfkemin geri dönmesine neden olmuştu. O çocuğu suçlamıyordu oysa ki doğum günümde dövülmeğimin tek suçlusu oydu. O içinde yeşil örtü değilde manasız kağıt ve kalemler olan poşeti getirme gereği duymasaydı bunlarda yaşanmazdı. Ama şimdi düşünüyorda , annem gerçekten haklıydı, Ömer suçsuzdu, tek suçu babasını iyi tanımamasıydı. Beni düşüncelerimden Ömer'in sesi uyandırdı. " Efendim, sizi temin ederim ki bundan sonra benim yüzümden sizlere hiç birşey olmayacak. Dün yaşananlardan; babamın neden olduğu o korkunç geceden sonra annem babamla konuştu, artık bura gelmemin hiçbir sakıncası yok. Benim sizden tek isteğim" mavi gözlerini annemin gözüne dikerek "Zehraya okuma-yazmayı öğretmeme izn vermeniz" dediğin de onunki kadar güzel olmayan ama Raqiyyenin hep kıskandığı gözlerimin yerinden çıkarcasına büyüdüğünü hissettim. Evet, yine araya sessizlik çökmüştü. Ben daha "okuma yazma"nın ne olduğunu bilmezken o, bana onları öğretmek çabasındaydı. Ama bu iki sözcük kulağa çok hoş geliyordu, sanki bana geleceğimi söylermiş gibi. Annem konuşmalıydı, çünkü ondan cevap bekleyen birisi vardı. "Bak oğlum, bizim buralarda kızlar onlara gerek duymaz. Hatta bazen ömürlerinin sonuna kadar o sözler nedir onu bile bilmezler. Seni belli ki iyi yetiştirmişler, akıllı, bilgili bir çocuksunda ama yavrum bu şeyler kızlara göre hele ki benim kızıma göre hiç değil." diye konuştu ve sözleri ile beni iterek Yusuf'un kuyusundaki karanlığa gömdü. Zaten biz hep karanlıktaydık da sadece  ben bir ışık görmüştüm, annem onu cahillik perdesiyle kapatmaya çalıştı. Ama Ömerin amacı beni bu karanlıktan çıkarmaktı ki bunu başarmak için çabalayacağı belliydi. " efendim siz izin verin, babam amcamla da konuşur, bir şekil razı getirir onu, siz yeter ki kırmayın beni." demesi bu teoremin isbatıydı. Sonunda o baldan  tatlı dilile annemi de razı getirmeyi başarmıştı. Şimdi esas iş babamla razılaşmak idi ki, babam zaten Osman amcamın sözünden çıkmazdı. Artık okumanın ne olduğunu öğrenmemin önünde engel yok sayılırdı.
Ömer giderken de poşetleri bana uzatıp içinde tatlı olduğunu ve dün bize yaşattıkları için bir özür hediyesi getirdiğini söyledi. Poşetleri alıp başımla teşekkür ederek arkasıca kapını kapatırken "yüzün çabuk iyileşir eğer poşetteki merhemleri ihmal etmeden sürersen" dedi ve gitti.Daha Ömer 5metre uzaklaşmadan  annemin " vay Osman ağa vay" demesine bir anlam verememiştim. Ardınca "bak yabancı karılara, nasılda her istediklerin ettiriyorlar. Bizim Rebab, Lübabe, Münire hangisi bu Osman'a söz geçirte bilir? Ama onlar bize göre bir şey yapmazlar ya, o da doğru. İnsafta bu yabancılardadı" eklediğinde ne dediğini anlamıştım ama o an tatlıya gömüldüğümden hiç birşey umrumda değildi. Hayatım boyunca tatlı yemesem de babamlara servis ederken görmüştüm . O an doğrusu Ömer'i kıskandım, benim şimdi tanıdığım tada o doymuşta artık hediye bile ediyordu.
Artık sabah olmuştu, babam izin verdiğinden işleri bitirip, Ömer'in bana Doğum günümde hediye ettiklerine de götürerek Osman amcamlara koştum. Yolda Lübabenin hırslı bakışlarıyla karşılaştım. Bana " sonunda lanetini bizim evede sokmaya başardın" daha da sesin sertleştirerek " ama yakında o yabancı karıda anlayacak senin nasıl korkulu yaratık olduğunu" söylese de belliki hırsı bana değil kocasının yeni-sevimli eşineydi. Tabii otuz iki yıllık ömrünün yirmi yılını Osman'a harcasa da o sadece karıydı, Adela hanımsa sevimli eş olmuştu. Bu yüzdendi hırsının nedeni, ama yanlış yerden çıkıyordu. Onu görmezden gelerek yanından geçip, konağın en güzel yerine- Ömer'lerin oturduğu hisseye geçtim. Ömer annesile karşılıklı kahve içmekteydi.  Hayatımın en güzel tablosuyla yüzleşmiştim. Kadının başında örtü yoktu, sarı saçların güzel şekilde düzeltmiş, dudakları çok kırmızı olmuş ama bu onun beyaz tenine yakışmıştı. Bir elinde ince ispinozlarla süslenmiş her tarafı yeşil kırmızı çiçeklerle kapsanmış kahve fincanı, diğerinde ilk kez o gün gördüğüm uzun kağıtlar toplusu- jurnal vardı, ordan bişeyler okuyarak oğluna anlatıyor, kahkahalı gülüşlerini odaya serpiyordu. Sıcaktan dolayı açık kalmış pencereden odaya dolan rüzgar perdeni ve hanımın sarı saçlarını tatlıca oynatmaktaydı. Kapının ardında onları izlesem de içeri girmeğe bir türlü cesaret bulamıyordum; ya yüzümün yaralarından yada ki eski püskü, dikişleri sökülmüş elbisemden dolayı . Yalnız bu manzarayı izlemekten de hiç şikayetçi değildim.
Kahkahalara boğulmuş Ömer kahvenin buharından önü tutulmuş gözlüğünü silerek yeniden taktığında gözü tesadüfen kapıya takılınca  beni fark etmiş ve ayağa kalkarak odaya buyurmamı istemişti. Güzel tabloyu bozup, rahatsızlık verdiğim için üzür dilesem de asla rahatsız olmadıklarını söylediler.
Annesi çok güler yüzlü, masum bakışlı bi kadındı. Kusursuz fiziği: uzun boyu, ince beli, burda kimsede olmadığı kadar iyi üz hatları ve ince elleriyle beraber tatlı huyu da vardı.
Güzel ince elleriyle saçlarıma dokunarak tekliflerini kabul edip geldiğim için bide teşekkür etti oysa ki bunu ben yapmalıydım. Nedenini anlamasamda bana karşı çok ilgiliydi. Yüzüme baktığı zaman göz altı kırışlarını öne çıkarmasına rağmen çehresinden  gülüşü eksik etmezdi.
Ömer'e ders için masanı hazırlamasını söyleyerek beni diğer odaya davet etti. Odaya geçtiğimiz de hayatım boyu görmediğim güzelliği görmüştüm; Yatağın üstünde yeşil, mavi, sarı örtüler ve elbiseler vardı. "Sen renkli örtüleri seversin dimi?" dedi şirin gülüşüyle. "Bende hiç zaman olmadı" dedim kekelememle. Bana istediğimi seçmem için izin verdiğinde artık yedinin uğurlu bir rakam olmasına inanmıştım. Ama utandığımdan seçmeye cesaretim yoktu. Yeşil örtünü ve elbiseni bana uzatarak "giymek istermisin?" sorduğunda sadece başımla onayladım sorunu. Beni banyoya götürdü ve yıkanarak elbiseni giymemi teklif etti. Bizim dilde hiç iyi konuşmazdı, dediği zar zor anlaşılırdı ama sanki baldan tatlı konuşurdu. Bide yıkanmam için istersem yardım ede bileceğini söylesede susmamdan anladı utandığımı. Ben hiçbir zaman banyo görmediğim için (zaten bu banyo bu yıl yapılmıştı, Ömerlere özel) yıkanmak biraz zor oldu ama bitirdiğimde o güzel elbiseni giyinerek en mutlu çocuk olmuştum. Her zaman kendimi camdan izlediğim için farkında olmadığım çocuksu güzelliğimi aynada izlerken gördüm yalnızca. Ayna da iyice incelediğimde gözlerimin içinde biraz yeşillik bulmuş, almacık kemiklerimin çıkık olmasını da onda fark etmiştim. Belkide yıkanmak ve bu yeşil elbise beni daha da güzelleştirmişti. O an bu kadın melekti, Ömerse melek çocuğu ve bu melekler benim kurtarıcılarımdı deye düşündüm. Neyseki aynada kendimi uzun uzun izledikten sonra dışarıya çıkmaya karar aldım. Kapının ardında beni bayan Adela bekliyordu. Gülümseyerek "bu artık senin ders geysin, ders çalışmağa geldiğin zaman bunları giyineceksin" dedi. Teşekkür ettim ve eliyle önden yol göstererek beni Ömerin yanına götürdü. Ömer masanın arkasında sandalyede oturmuş ve masanın üzerinde dün bana getirdiği toplu kağıtlar ve kalemlerle sanki küle dikmişti. Ne için var olduklarını bilmesemde mutlaka bir işe yaradıklarını biliyordum yoksa bu zeki çocuk bunlara bu kadar değer vermezdi.
Ömer beni görünce "yeşil sana yakışmış, gözlerin yeşillenmiş mi ne?" dedi gülerek. O an utansamda doğrusu bu iltifat hoşuma da gitmişti. Sonra gülücüğünü yanağından ayırıp bana sandalyeni göstererek oturmamı rica etti. Oturduğum da annesi yan masadan kurabiye ve çayları bizim masaya koyup kendiside bizimle oturdu. " dersten önce güç toplamalısınız ve bu sırada sizinle konuşmak isterdim eğer öğretmenimiz izin verirse" söyledi tebessüm ile. Ömer'in "tabii anne" deyişinden sonra lafına devam etti. "Bak Zehra, benim senin yaşlarında bir kızım vardı. İsmi Feldaydı. Aynı senin gibi çok güzeldi" dediğin de kendimi tutamayıp "peki şimdi nerde?" dedim. O an sessizlik çöktü, sonra ettiğimden çok utanıp lafını kestiğim için özür dileyerek devam etmelerini rica ettim. "O öldü" dedi sadece ve akan göz yaşlarını durduramadı . Bu sefer galiba gerçekten yanlışlıkla sarı sime dokunmuştum ve bu beni de üzmeye bilmezdi. "Hayır üzülmene gerek yok, bu senin günahın değil. Ben zaten hep onu hatırladığım zaman üzülürüm" söyleyişiyle saçımı okşaması onun melek olduğunun bir daha isbatıydı benim için. "Geçen yıl buraya geldiğimizde oda bizimle gelmişti, hatta 7yaşını burda kutladık. Çok büyük tesadüf olacak ki onun doğum günü seninkinden 1gün önce; 14 Haziran. 2ay sonra nedensizce ateşi yükseldi, çok doktora götürsekte kurtaramadılar. Burda toprağa verdik, o yüzden buraya nefret etsemde kızım gibi severim" diyerek yüzünü diğer tarafa çevirip yaşlarını sildi yaralı meleğim. "Buraya geldiğimde ilk seni gördüm ve sanki kızımı bulmuş gibi oldum. Kızıma yapmak isteyipte yapamadıklarımı sana yapmak isterim, Zehra. Şimdilik derslerle başlıyoruz sonrasında işi dahada ireliye götüreceğiz eğer istersen. Öncelikle dövülmelerine son vermemiz lazım." deyip biraz durakladı ardıncada " Ha bu arada annen nasıl? Yataktamı hala? " sorusunu eklediğinde  "hayır efendim annem altı buçukta yataktan kalkıp işlerinin başına geçti"  cevabını verdim. Hiç beklemediğini büyümüş gözlerinden anlamak zor olumuyordu. "Güzel şimdi asıl konumuza geçelim" diyerek gözlerini küçülttü. "Senle Ömer bu günden kardeşsiniz. Ömer senin ağabeyin ve öğretmenin sense bir öğrenci ve kardeş olacaksın Ömerime. Ömer okul birincisi, çok güzel tarih, matematik, fizik ve felsefe bilgileri var. Diğer fenleride  en az bunlar kadar bilir, yani demem o ki onun dediklerini dinlersen çok şey öğrene bilirsin" desede benim aklım adını ilk kez duyduğum matematik, felsefe, fizikin yanındaydı. Ama bilmediğimi gösteripte kendimi küçük düşürmek istemedim neyseki sonda çoktan beklediğim o an geldi; bayan Adela uğurlar dileyip artık kurabiyeyle çay içmemizin zamanının geldiğini söyledi. Çaylar bittikten sonra bizi ders çalışmamız için yalnız bıraktı. Ve ilk dersimiz başladı.
Yorum yazmayı ve oylamayı unutmayın⭐️
28.7.17
22.24

CEHALETde KADINWhere stories live. Discover now