Sevindiren Haziranken, ağlatan Eylüldü

320 23 12
                                    

Merhaba sevgili okurlarım;*
İyi olduğunuzu umarım🌞
Uzun aradan sonra şükür yeni bölüm geldi.  Daha bu gün bitirdim ve paylaşayım dedim  siz çok beklemesenizde(okunma sayı çok az:( )
Hepinize sevgiler saygılar 🌝
O gün öğle yemeğinden sonra Ömer'in ısrarı ve benimde isteğim üzerine Soman çölü deyilen yere gitmiştik. Bir zamanlar bir hükümdarın hayvanlarının otlak yeri olan Soman çölünde ararsan bulamayacağımız tek şey yalnızca soman . Her taraf insan tenini kavuran güneş işıkları altında eşsiz güzellikde uzanıp giden lale, nergis ve diğer çiçeklerden elvan elbise giyerken kuşlar da her çiçeğin üzerinde bu elbiseye süs olmuştu. Bu desenli halı olmuş doğanın güzel,sakin,sanki hemen yanıbaşındakı köyde yaşanılan acıdan bi haber yeri köyümüzün yılda bir kaç tane sakallı ve fotoğraf makineli turist görmesinin nedeniydi.
Köylülere konuşmağa konu vermek istemediğimizden o gün yanımızda Hafızı, Amiri, Sakineni de götürmüştük.
Çiçeklerle kaplı çölün ortasında elimizde lale destesi toplayarak dolaşırken o bana Şems Tebriziden şiirler okur, bide ara sıra Sofini anlatırdı.
Sevmeyene karınca yük, sevene filler karınca
Dağı bile taşır insan aşık olup, inanınca
Bu şiiri hiç unutmadım. Unutamadım. Belkide anlatım tarzından; sakin, laleleri sanki inçiteceğinden korkup yavaş hareketlerle kopartmaya çalışması ve şiiri nağme okurmuş gibi söyleyişi. Giydiği yeşil gömlek sayesinde gözleri yeşillenmiş, teni ise daha da beyazlaşmıştı. Sonra ülkesinden konuşmaya başladı.
"Bir adanın büyük bir hissesi" dedi. "Avrupa kıtasına bir tünelle bağlanıyor. Atlantik okyanusu ve iki büyük denizle çevrili bir ülke." Hiç bir zaman deniz görmeyen biri için okyanus köyümüzdeki, kimse tarafından temizlenmeyen ve hep kirli çamaşır suyunun akıtıldığı "atlılar" gölünden pekde büyük bir şey değildi.
Özlermiş gibi gözlerini uzaktan görünen,
sıra sıra uzanan kayalara dikerek "soğuk ülke, soğuk deniz onlar kadar da soğuk insanlar" söylemişti siyah ve kırmızının muhteşem eseri olan lalenin yapraklarını kopartarak.
Laleleri bu azaptan kurtarırmış gibi elinden alıp "Özledin mi?"  sordum kocaman,nefes dolu,huzur bulduğum orman gözlerine bakarak
"Sofini mi?"
"Ülkeni"
"Yarın gidiyorum" kenarda oynayan Sakineyle Hafıza bakarak soğuk bir tonla söyleyi verdi. Sonra Hafız Sakineni dövmeye çalışınca hemen oraya koşmuş, bir hayli zaman onlarla ilgilenmişti, benden kurtulmak istermiş gibi.
"Sofiye mi?" Elimde olan ekmek arası haşlanmış yumurtanı çoktan, lalelerin çürüyüp karıştığı toprağa bırakmıştım.
"Ülkeme" içinde et ve salatalık olan sandviçinden bir kere ısırarak bir daha Hafıza "kızı incitme" diye bağırdı. Yanındaki küçük kızı nasıl kırdığından habersizce.
"Kaç günlük?"
"Dokuz.. dokuz buçuk ay belkide on ay. Biliyorsun üniversite sınavlarım var " deminden ilk kez gözlerini dolmuş, biraz daha geçerse yağacak buluta benzeyen gözlerimle karşılaştırmıştı. Sonra biraz eğilip "döneceğim." örtünün altında saklı olan saçlarımdan öperken "söz veriyorum" diye fısıldadı. Hafızla Amir görmese de Sakinenin gözlerinden kaçamamıştı bu öpüş. Ömer için  saf bir kardeş öpüşü olsa da diğerlerine göre durum göründüğünden daha farklı olabilirdi, o zaman ki yedi yaşıma rağmen.
Benden sadece 2ay küçük, Lübabenin kardeşi kızı hemde kuması olan Zöhrenin beş çocuktan sonuncusu ve tek kızı Sakine, cadılığı ve güzel, büyük kahve renkli gözleri ile tanınır konakta. Bütün kız evlatları gibi o da amcam için bir hiçten çokta farklı değildi. Dört oğul doğurduğu için Zöhre beşinci kız olduğunda kocasının o efsanevi kemerinin tadını bilmemiş, bir katil zanlısı gibi suçlanmamış oldu. Oysaki annemin anlattığına göre Zöhrenin halası  ikinci kızı doğurduğunda dövülerken köprücük kemiği ve sonuncu kaburgası kırıldığından( tabii annem bilmezdi köprücük kemiği ne. Bana "o kadar dövmüşki amcan,şurası bi de şurası kırılmış" söylemişdi o zamanlar) 2ay kendi çocuğunu kucağına alamamıştı. Ama Ömer çocuğun cinsiyetinin babadan gelen bir şeyle- kromozomla düzenlediğini söylerdi. Bu durumda Lübabe suçsuz iken dövülmüş, Zöhre boşuna "dövülecem" diye endişelenmiş , diğer yüzlerle kadın boş bir korku uğuruna kızlarını daha göbeği kesilmemiş kendi elleriyle öldürmüş oluyor ama tabi amcam ve onun gibi diğer erkeklerde bunları anlamış olsaydı. "Oğlan evladı nimetti, kız bereket" diyen Peygamberlerine rağmen.
  Gözümden iki damla süzülen yaşın biri yanağımda kalsa da diğeri alt dudağıma kadar inmiş, sıcak öğle güneşinin kuruttuğu tenimi ıslatmıştı.
Karıncaların çok iştahla yidiği ekmek kırıntılarına yaban arılarının hücumunu izlerken aklıma Sofi gelmişti. Üç aydı özlediği ve yarın kavuşacağı adamla tam dokuz ay belkide daha çok beraber olacak, ondan güzel sevgi kelimeleri dinleyecek ve her hafta sonu o en çok beğendikleri sinemaya gidip sevdikleri filmleri izleyecektiler.
"Ne kötü" diye mırıldandım "gitme" dimek varken. Sanki dersem gitmeyecekmiş gibi.
Başını yandan bana çevirip "akşam çatıya gel. Sana vereceğim ve diyeceklerim var" dediğinde, ayağa kalkıp giysime yapışmış kuru yaprakları temizleyerek "annem izin verirse.." sözlerini diyecektim ki "annen izn vermiş" dedi güneş doğru bakarken iyice kıyılmış gözlerle. "Uykum gelmezse gelirim" sert bakış fırlatıp, yenice açmış, siyahı kırmızısını daha kendinden yeni ayırmış laleleri ezip üstünden geçerek yürümeye başladım. Oturduğu yerden "o zaman sen daha uyumuyorsun" diye arkamca bağırmıştı, önde alt dudağımın yine ve yine ıslandığından habersiz
Uzun yol boyu dilim konuşmasa da  gözlerim durmadan nelerse söylemişti Ömere,"Gitme" gibi şeyler.Eve vardığımızda bu seferde ağlamaya başlamıştı o gözler; durmadan, usanmadan, uykuya dalana kadar.
"Ne zaman gideceksiniz?" yine çatıda oturmuş, yıldızları seyr eden amcaoğluma bakarak "yarın ne zaman?" diye sordum.
"Öğleye doğru." Elindekileri bana uzatarak "Annem seni yarın kahvaltıya bekliyor" paketin iplerini kırıp açmaya çalışan beni izlelerken "vedalaşmak için" dedi.
"Bu ne?"  Yedi tane eliye, bir tanede on beşe kadar rakam yazılmış tablonu göstererek "Ne işe yarar ki bu?" sordum. Gidişinde de hediyesiyle beni yine ilk günki gibi  hayal kırıklığına uğratmayı başarmıştı.
"Yarından itibaren her gün bir rakamı karalayacaksın." Şişmiş ve kızarmış gözlerimi bakıp "altıncı ellinin tamamına kadar burda olurum" dedi. saçlarımı okşayıp "sana söz verdim mi yaparım." göz kırparak "Bilirsin, Feldam" gülümsedi. (Elliye kadar saya ve yaza bildiğimden üç yüz altmış beş günü ellilere bölmek zorunda kalmıştı.) Sonra mektup yazacağımızı, mektupların kimsenin okumadığından emin olmak için nasıl kodlayacağımızı anlatırken sonda da zırlayan beni avutmaya çalıştı. Tam dokuz yıl. Her gidişinde ağlayan beni döneceğine inandırarak, bir gün beraber gideceğimize söz vererek avuttu. Çatıda ellerin sımsıkı ona sarıp göz yaşlarını akıtan benken, saçlarımı okşayıp başımdan öpüp " ne zaman söz verip de dönmedim?" diyen Ömerdi. Her yıl büyüyen ben ve dahada yaşı üstlenen Ömer. Dokuz yıl boyunca her Eylülde yaşanan hadise.  Sevindiren Haziranken, ağlatan Eylüldü.
   Adela hanımın elin öpüp, helallik istedikten sonra ön hissesinde çevre ve içerisinde üç hattın birleştiği bir sembolik şey olan araba yola koyuldu. Kadınların çehresinde güller açılmış,  üç ay boyunca buruşmuş yüzlerinin kırışıklığı düzlenmeye başlamıştı.
Köyde herkesin babamın "Volga"sından sonra ilk kez gördüğü, daha kimsenin ismini bilmediği ve yalnızca arzulaya bileceği bir şey olan o arabanın kendi kopardığı toz tufanında gözden itene kadar el sallarken anlamıştım nasıl aptal olduğumu; yoksa neden bu zamana kadar hiç sormadım? Arkaya döndüğümde avluda dolaşan, sevinçten birbirilerini nerdeyse kutlayacak olan babamın ve amcamın karılarını görsemde koşmalı, Ömere yetişmeli  olduğumu biliyordum. "Nereye?" çağrışlarına aldırmadan, babamın ölene kadar döveceğini bile bile koştum. Her hücremin isteğiyle ,bütün gücümle, en yakın mahallelerle, ara yollarla, önüme geleni iterek koşmuştum, aynı köpeğin kovduğu bir insan gibi. O en yüksek, köyün bütün sınırlarını gösteren tepeye çıkarken artık arabanın köyden çıktığını görüyordum. Sonra hiç bir kadının giremeyeceği ve girmeye cesaret etmediği, recm olunmuş kadınların cesedinin atıldığı "Recm ormanı"ile koşuya devam etmiştim. İşte "küçük Nil" dediğimiz çaya ulaştığımda köprünün üzerindeki araba durmuştu birden. İçinden sarı olmasına rağmen buranın güneşinde kararmış, iyi bir berber bulamadığından saçları uzamış, gün gözlüğünü bulutsuz gökyüzü gibi mavi gözlerine takmış erkek- Ömer indi. "Zehra" diye seslendi yüz metre uzaklıkta, köprüden aşağıda, çayın kenarında, elleri dizinde, soluk soluğa kalmış bana bakarak.
Elimin birin dizimden kaldırıp öğle güneşinin kamaştırıcı ışınlarının önünü keserek "Doğum günün ne zaman?" diye  bağırdım.
Gözlüğünü çıkartıp, güneşle parlayan beyaz dişlerini gösterirmiş gibi gülerek "bir kasım" cevapladı bir bağırışla.
Sesimin yettiği kadar yüksek tonla  "Unutmayacağım" dedim, göz yaşlarımın karıştığı gülüşümle giden arabaya, arabadan bana bakan Ömer'e el sallayarak.
O gün üç ay aradan sonra yeniden ölesiye kadar dövülmüştüm: dayakla, tekmeyle, her zamanki gibi son bağlanışın edildiği  odunla. Lâkin bu sefer diğerlerinden farklıydı, çünkü yanımda olsaydı beni koruyacak birinin olduğunu biliyordum. Ömer. Uzaklığına rağmen bir koruyucu olup vücudumun ağrısını dindiriyordu.
  Sonra her yıl mektuplaşmalar başladı. Ayda bir kez mektup geler bir kez de o büyük, okyanusla kaplı, buz gibi insanların yaşadığı soğuk ülkeye gederdi. Yıl boyunca sadece sekiz bilemedim dokuz mektup yazılırdı. Her mektupu hasretle bekliyor, bir aydan sadece bir gün geçerse vücudumu anlamsız bir endişe kaplıyordu; ya beni unuttuysa?
Orada kimsenin Latin alfabesini bilmemesine rağmen zarflar şifreliydi; zarfın bağlandığı yere içten üçken gibi kesilmiş, en uzun tarafı zarfın ucuna sıkıştırılmış ve zarf açıldığı zaman hemen düşecek olan bir beyaz kağıt koyuyorduk. Mektuplarda bazı sözleri Ömer'in hazırladığı bize ait özel bir sözlükten yazmalıydık. Mesela "dövmek" kelimesini "hasret"le değiştirmişti "babam"ı "çöller"le. "Çöller hasretten vazgeçmedi. Sana rağmen. Gülle(Dayakla), çiçekle(tekmeyle)"
Her mektupta verilen kısa bir bilimsel bilgiler; birşeye vurduğumuz zaman aynı anda bizim de canımızın yanmasının nedeni o şeyin bize aynı kuvve ile vurmasıymış. "Newton'un üçüncü kanunu.Newton- bir fizik dahisi. Fiziğin babası." yazmıştı Ömer, o güzel, ince yazısıyla.
Bu bilgi en sevdiklerimdendi. Babam beni dövdüğü zaman bilmeden bile bende onu dövüyormuşum. Newton'u o fizikin temelin koyan elma için değil bu üçüncü kanunu için seviyordum. Belki de Tanrı'ya minnettar olmalıydım. Sonuçta bu kanun onun, Newton bulmasaydıda zaten birşey değişmeyecekti; yine babam o sert, büyük, kalın parmakları ve büyük avuç içi olan eliyle beni dövdüğü zaman bende aynı kuvve ile ona vurmuş olacaktım.
  Her Ekim'de gönderilen mektubun içine koyulan Doğum günü hediyesi- bir resim. Ömer'le ben bir tarlada, çölde ve ya Konak'taymışız gibi çizdiğim resimler. Bide Ömer mutlu olsun diye Sofinide çizmek zorundaydım ama yanımızda değil; her resimde hep uzaktan bize el sallıyordu.Yüzünün çillerini hep bastırarak çektiğim Sofiyle beraber yeşil, kırmızı, sarı bir defada mavi elbise giymiş, baş örtüsüz, saçları güzel toplanmış, elbiseyle aynı renkte ayakkabıya sahib ben ve elimden tutan, hep o en sevdiğim dörtgen gün gözlüğünü takmış, elbisem renkte gömlekte ve ilk günkü gibi kısa pantolonda olan Ömer vardı. Resim konusunda pek yetenekli olmasam da resimdekiler bir insana yeteri kadar benziyordu; karıncanın örümceğe benzediği gibi.
Bide her Haziran sonu Ömer'in gelişleri vardı. Karşısına koşar kalabalığın içinde sakince "merhaba" deyip selamlaşsam da o gece çatıya geldiğinde koşup boynuna sarılır, "ya gelmeseydin?" deyip koynunda ağlardım. Oda ayağımı yerden kesip bir iki kere döndürdü beni, yıldızların şahitliğiyle kulağıma "özledim" diye fısıldarlarken. 
Sekiz yaşımın tamamında o üniversiteye girmiş, öğrenci adını kazanmıştı. Tabiiki de en çok hayal ettiği, uğruna babasının "büyük işlerin adamı ol" isteğini reddettiği tıp fakültesine. O yıl tam altıncı ellini karaladığım gün gelse de diğer yıllarda daha çabuk dönmüştü.
Hep unutmadığı şeyse Doğum günü hediyemdi; On tane kitap, renkli ders giysisi, bir hayli çikolata ve diğer tatlılardan bir kaç tane. Artık ilk gün ki gibi değil, kutuları Ömer gitti zaman açıyordum, annemin eşliğiyle. Annem kitapları bir tarafa fırlatıp elbiseye ve diğerlerine baktığı zaman ben kitapların adlarını okuyordum; Nizami "Hüsrevi ü Şirin", Shakespeare "Hamlet", Fuzûlî  "Leyli ve Mecnun", Aristoteles "Organon" (ilk sayfasına "daha büyüyünce okursun" diye not edilmiş) ve diğer yazarlardan bir kaç tane.
"O resimleri saklıyor musun?" On birinci yaş günümde annemle beraber son kez doğum günü sofrasına oturmuşken sordum Ömer'e.
Kaşığındaki son pilav tanelerini ağzına götürürken evet anlamında sallamıştı başını.
"Ne zaman gideceğiz?" Ellerimi kavuşturup çenemin altına sokmuş, gözlerimi soru karşısında şaşmış Ömer'in gözlerine dikmiştim.
"Soman çölüne mi?"
"Ülkene"
Kaşığı sofraya bırakıp,peçeteyle ağzını kurularken "biliyorsun daha yaşın küçük" dedi annemin gözlerine bakarak.
Ben sinirli halde Ömer'in gözlerine bakmayı sürdürürken annemin olaya müdahale edip arayı sakinleştirmeye çalışmıştı. Yağsız pilav taneleri boğazına ilişipmiş gibi genizini temizleyerek "hah! Bu nerden çıktı?" alttan ayağıma tekme vurup "baban duyursa öldürür seni" demişti Ömer'e yardım edercesine.
"Sofi yanına taşındın mı?" Yaşım arttıkça kıskançlık duyguları kalbimi en küçük kapilerine kadar kaplıyordu.
Aradan geçen bu dört yılda Ömerin boyu dahada uzamış, kollarındaki ve karnındaki kaslar cazibesini dahada artırmış, göğüsünde de sarı tüyler çıkmıştı. Bense boyumun en çok uzandığı yıllardaydım. Elmacık kemiklerim daha da kabarırken gamzelerim gülüşüme bir başka güzellik katmıştı. Artık saçlarımı her gün tarıyor, haftada iki kere yıkanıyordum fakat biri gizlice olaraktı. Dokuz yaşımda Nizaminin onda ise Fuzûlînin "Leyli ve Mecnun"un okusamda "Organon"a daha o yıl başlamıştım.
"Evlenmediler ki daha" derken annem  şaşkın gözlerini Ömer'in kızarmış yüzüne anlamsızca dikmişti.
"Dönünce" dedi,  benim en küçük umutlarımı, anneminse düşüncelerini mahv ederek.
Ömer'in yeni hediye ettiği ve odamızın nerdeyse yarısını kaplayan masanın altında sinirden elimi yumruklayarak dizimi dövüyordum, aynı şekilde dizimde beni.
Çayları içerken "Sofi işe başladı" demişti. "Bende üniversiteyi bitirip çalışınca evleneceğiz" anneme yanıt veriyormuş gibi konuşuyordu. "Annem zaten Sofini seviyor sorun babamda" derken bakış altı beni izlediğinin farkındaydım.
"Ben Mecnun olmayı seçerdim. Ne demiş onu bulan Leyliye?" çay bardağın yere bırakıp "Leyli benim içimdedir, sen kimsin?" bir daha o sarı ve yeni sakal bırakmış çehresine baktım; dik, sinirli ve sevgi dolu.
"Tanımadığı için geri çevirdiği sevdiğinin mezarı üstünde ağlayarak ölmek sence saçmalık değil mi?"
"Yaşarken yüreğine gömdüğünü ölüyken toprağa bırakamazsın" dedim ilk kez şaire konuşarak.
Güldü ve bana hak verirmiş anlamında başını salladı
O gece artık gizli gittiğimiz çatıda neden sinirli olduğumu ve ne için onunla böyle acı tonlarla konuştuğumu sorsa da başımı göğüsüne sokarak soruları cevaplamaktan kaçınmıştım.
  O yıl ilk ve son defa Eylül gidişinden sonra Ocağın soğuk ve karlı gününde geri dönmüştü. Benim en hüzünlü, en kötü, en yalnız ve korkak günlerimde hemde.
30.09.17

CEHALETde KADINWhere stories live. Discover now