III

175 6 0
                                    

III

Aradan on beş gün geçmişti; üçüncü haftanın pazartesi günü idareye gönderilen yoklama kâğıtlarından maden ocağına inen işçi sayısının daha da azaldığı anlaşılmıştı. O sabah madencilerin işbaşı yapacağı sanılıyordu, ama yönetim kurulunun talepleri inatla reddetmesi madencileri öfkelendirmişti. Çalışmayan ocaklar Voreux, Crèvecoeur, Mirou ve Madeleine'le sınırlı kalmıyor, Victoire ve Feutry-Cantel'de işçilerin ancak dörtte biri ocağa iniyordu, Saint-Thomas da bu durumdan etkilenmeye başlamıştı. Grev yavaş yavaş yayılıyordu.

Voreux'nün üzerine ağır bir sessizlik çökmüştü. Kimsenin çalışmadığı boş ve terk edilmiş şantiyeler ölü bir fabrika duygusu uyandırıyordu. Aralık ayının kurşuni gökyüzünün altında, asma köprülerde unutulmuş üç dört kömür vagonu sessiz bir hüzne bürünmüştü. Aşağıda, çatmaların ayaklarının arasındaki kömür stokları eriyip gidiyor, geride çıplak ve kapkara bir toprak kalıyor; payanda direkleri ise sağanak yağmurun altında çürüyordu. Kanalın iskelesinde yarı dolu halde bekleyen mavna, bulanık suyun üzerinde uykuya dalmış gibi görünüyordu; çözülen kükürdün yağmura rağmen tüttüğü ıssız moloz tepeciğinin üzerinde bir yük arabası, kollarını hüzünle yukarı doğru dikmişti. Özellikle binalar uyuşup kalmış gibiydi, ayıklama hangarının kepenkleri kapalıydı, yükleme gürültüleri gözetleme kulesine gelmez olmuş, jeneratör odası soğumuştu, devasa bacadan büyüklüğüne hiç yakışmayan incecik dumanlar yükseliyordu. Kömür çıkartma makinesinin kazanları sadece sabahları yakılıyordu. Seyisler atları beslemek için ocağa iniyor, yeniden işçiye dönüşen çavuşlar giderilmediği zaman büyük zararlara yol açan arızalarla tek başlarına ilgileniyorlardı. Saat dokuzdan sonra ise işler el merdivenleriyle görülüyordu. Kapkara tozdan bir kefene bürünmüş bu ölü binaların üzerinde yaşam belirtisi olarak sadece tahliye pompasının derin ve uzun solukları duyuluyordu, bu soluk kesilirse ocak sular altında kalırdı.

Karşı tepedeki İki Yüz Kırklar mahallesi de ölü gibiydi. Lille valisi hemen olay yerine gelmiş, jandarmalar yolları tutmuş, ama grevcilerin sükûneti karşısında vali ve jandarmalar geri dönmeye karar vermişlerdi. Bu geniş ovadaki madenci mahallesi şimdiye kadar hiçbir zaman böylesine güzel bir örnek teşkil etmemişti. Erkekler meyhaneye gitmemek için bütün gün uyuyor, kahveyi daha ölçülü içen kadınlar, daha makul davranıp, gevezeliklere ve öfkeli tartışmalara girişmiyorlardı; çocuklar bile durumu anlamış gibi görünüyorlardı, öyle usluydular ki çıplak ayaklarla koşturuyor, birbirlerini sessizce tokatlıyorlardı. Ağızdan ağıza dolaşan, sürekli tekrarlanan kural şuydu: Herkes akıllı uslu davranmalıydı.

Yine de Maheulerin evi gelip gidenlerle dolup taşıyordu. Étienne sandık sekreteri sıfatıyla eldeki üç bin frangı en yoksul aileler arasında paylaştırmış; sonradan, sağdan soldan yardım parası olarak birkaç yüz frank gelmişti. Ama artık kaynaklar tükeniyor, grevi sürdürecek paraları kalmayan işçiler için açlık tehdit edici boyutlara ulaşıyordu. Kendilerine on beş günlük kredi açacağını söyleyen Maigrat bir hafta sonra yan çizerek veresiyeyi kesmişti. Genellikle işletmenin talimatlarına göre hareket ederdi, belki de işletme mahalleleri açlığa mahkûm ederek direnişi bir an önce kırmak istiyordu. Adam kaprisli bir zorba gibi davranıyor, ailelerin alışveriş için yolladığı kızların yüzlerine bakarak ekmek veriyor ya da vermiyordu. Özellikle, kin beslediği Maheude'ün suratına kapıyı kapıyor, Catherine'i elde edemediği için onu cezalandırmak istiyordu. Üstelik hava buz gibiydi, kömürlerinin tükenmekte olduğunu gören kadınlar, erkekler ocağa inmedikçe kömür dağıtılmayacağını düşünerek endişeleniyorlardı. Açlıktan ölmeleri yetmezmiş gibi, soğuktan da öleceklerdi bu gidişle.

Maheuler şimdiden sıfırı tüketmişti. Levaquelar, Bouteloup'dan aldıkları yirmi frank borçla idare ediyorlardı. Pierronlara gelince, onlarda her zaman para vardı, ama kendilerinden borç isteneceği endişesiyle, diğerleri gibi görünmek için Maigrat'ya veresiye yazdırıyorlardı, aslında Pierronne biraz eteğini kaldıracak olsa adam tüm dükkânı önüne sermeye hazırdı. Cumartesiden beri, birçok aile akşam yemeği yemeden yatağa girmeye başlamıştı. Ve sıkıntılı günlerin başlaması karşısında tek bir yakınma bile işitilmiyor, herkes sakin bir cesaretle alınan karara itaat ediyordu. Hepsinde mutlak bir güven duygusu, dindarca bir iman, inananlara özgü gözü kapalı bir teslimiyet vardı. Mademki onlara adalet çağı vaat edilmişti, evrensel mutluluğa kavuşmak için çile çekmeye hazırlardı. Açlık zihinlerini harekete geçiriyordu, sanrılara kapılan bu yoksul insanların kapalı ufuklarında şimdiye kadar asla bu denli geniş bir gedik açılmamıştı. Gözleri güçsüzlükten kararmaya başladığında, kardeşliğin hâkim olduğu, her şeyin paylaşıldığı, emeğin altın çağını yaşadığı, düşlerindeki o ideal ülkenin gerçekmiş gibi giderek yaklaştığını görüyorlardı. Sonunda oraya ulaşacaklarına olan inançlarını hiçbir şey sarsamıyordu. Yardım sandığındaki para tükenmişti, işletme geri adım atmayacaktı, her geçen gün durumun daha da kötüye gideceği belliydi, buna rağmen umutlarını kaybetmiyor, olup bitenlere küçümseyici bir gülümsemeyle yaklaşıyorlardı. Altlarındaki toprak göçse bile, bir mucize onları kurtaracaktı. Bu inanç ekmeğin yerini tutuyor, açlıklarını unutturuyordu. Maheuler ya da diğerleri sade suya çorbalarını çabucak mideye indirdiklerinde, yarı sersemlemiş şekilde, daha iyi bir yaşam uğruna kendilerini hayvanların ağzına atmaktan çekinmeyen kurbanlar gibi bu yaşamın hayaliyle yukarı çıkıyorlardı.

GerminalWhere stories live. Discover now