31

63.3K 4.5K 16.1K
                                    

The Neighbourhood - Paradise

***

Şimdiye kadar yaşadığım içsel çatışmalarda verdiğim mücadelelerin çok azından hasarsız çıktım. Esasında bildiğim gerçeklerden kaçmak benim için her zaman kolay olanıydı. Ertelemek, bahsini etmemek, üzerinde durmamak... Tüm bunlar tam olarak benim kaçış yöntemlerim. Aklımın bir köşesinde daima asılı duran gerçekleri göz ardı etmek, başımı koyduğum yastıklardan vuzuhsuzca kaldırmama engel olmuyordu. Buna bencillik diyebilirsiniz. Ya da korkaklık. Gocunmuyorum. Aksine bencilliğin; sahip olunan duygulardan en sevimsiz olanı, düzeltilmesi gerekeni ya da bu umarsızlığa müdahale edilmesi gerekli görüleni olması fikri beni oldukça irite eder. Bir takım optimistlerin yasaklı aforizmaları sikimde değil. Bencilliği reddeden kişi, fedakarlıkları sömürmesi beklenen en muhtemel kişidir. Oyuna radikal bir tutum ile yaklaşacak olsanız benim gibi düşüneceğinizden neredeyse eminim. Bencilliği reddederek esasında dayatılan bir buyruğu yerine getirdiğinizi inkar edemezsiniz. Tıpkı bu buyruğu yerine getirerek şahsınıza yaptığınız vetoyu inkar edemeyeceğiniz gibi. Bencilliği; yaşama karşı bir sorumsuzluk olarak değil, kimi zaman yerinde bir davranış olarak kabullenmemiz gerek. Çünkü gideri tıkasanız da suyun aktığı yön değişmeyecektir.

Öfke.

Suyun aktığı yön değişmiyor aksine; hırçın su bambaşka duvarlara kanal açarak öfkeyi buluyordu. Anbean damarlarımı sızlatan o öfkenin salt tutkusu tüm hücrelerimi ayağı kaldırmış, vücudumun alev alev yanmasına neden olmuştu.

Gözüm kararmıştı.

Şimdi avuçlarımın arasında kararan ekrana bakarken şoktan açılan gözlerimin üzerinde bekleyen kirpiklerimin bile titrediğini hissediyordum. Ne kadardır kararan ekrana bakıyordum bilmiyorum. Kulaklarım uğulduyor, dışarıdan gelen sesleri bile duyamıyordum. Nasıl, diyordum sürekli. Nasıl olur?

Vücudum buzlu suyun içinde saatlerce beklemiş gibi titrerken, titreyen ellerim ebatını bile hisleyemediğim telefonu tutamaz olmuş; saniyeler içerisinde elimden kayıp tok bir sesle zemine düşmüştü. Kim bilir sesi kulağıma farklı bir perdeyi aşındırıp dolmasaydı onu bile işitmeyecektim. Ama olmuyordu. Hisleyip, işitemiyordum. Şok bedenime öyle dalga dalga yayılıyordu ki saliseler akrep ve yelkovana kafa tutarken topuklarım zemindeki telefonu tepeleyip göz açıp kapayıncaya dek kapıyı bulmuştu.

Düşünmüyordum.

Düşünmeden hareket ediyordum ve bunun sonucunun bana pahalıya patlayacağını bile hesaba katmamıştım. Attığım her adımda kulaklarımda Bobby'nin sesi yankılanıyordu.

Köstebek aramızda.

Köstebek içimizden biri.

Nasıl olurdu? Nasıl olur da bilebilirdi bunu? Aklım almıyordu. Aklım bir türlü almıyor, algılarım kapalıyken öylece çıkışa yürüyordum. Düşünmüyordum. Yanılmış olma ihtimalini bile hesaba katmadan öfkeyle yürüyordum.

Saniye.

Saniyenin yüreğimdeki patırtılarla düelloya tutuştuğu o vakit; damarlarımdaki öfke, bana yapmam dediğim onca şeyi her adımımda yaptırmaya yeminliydi.

Kulübeden hışımla çıktığım gibi doğrudan arabanın etrafında bekleyen çocuklara bakarken aldığım solukların bile ısındığının üzerine bahse girerdim. Herkes arabanın etrafındaydı. Taehyung'u gören Seokjin hıçkırarak ayalarını dudaklarına yaslamış, sanki yılların hasretiymiş sarılmıştı dostuna. Taehyung onu karşılıksız bırakmadan sarılmıştı her şeyden habersiz.

Umursamamıştım. Umursayamazdım.

Öfkeli adımlarımı hisleyen Jimin'in yaşlı bakışları bu dramatik tablodan bana dönmüş, bakışlarımdaki salt öfkeyle karşılaştığı gibi kaşları çatılmıştı. Hiçbir şey umrumda değildi. Hiç kimse umrumda değildi. Umrumda olan tek şey o'ydu.

grindhouse // taekookHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin