2. BÖLÜM: Alro

112 67 36
                                    

İnsan zihninin, anlamlandıramadığı şeyler karşısında ne denli çaresiz olduğunun yeni yeni ayırdına varıyordum. Başlarda kendimi suçlamıştım, delirdiğimi düşünmüştüm ancak gerçek bu değildi. Delirmemiştim, eğer delirecek olsaydım bundan on bir sene önce çoktan delirmiş olurdum. Sorun zihnimde değildi, sorun başka bir şeydi.

Denisa sanki aklımı okumuş gibi "Aklını kaçırmadın." dedi. "Biliyorum, ben de başta öyle düşünmüştüm ama bu..." Sustu, kendisinin de daha fazlasını bilmediği ortadaydı. Mavi, kırmızı çiçek desenlerine sahip, dizleri hizasında biten elbisesiyle odanın kenarında, sırtını duvara yaslamış şekilde duruyordu. Kıyafeti ve bacaklarındaki siyahlıklara bakılırsa o da tıpkı benim gibi bacayı tırmandığı esnada ise bulanmıştı.

Evin içindeydik, ben çatıdan ineli henüz ancak yarım saat olmuştu. İçinde sağlam kalan tek bir yer bile olmadığını gözlerimle gördüğüm ancak şimdi her nasılsa sağlam ve dayalı döşeli olan evin içinde, kahverengi bir kanepede oturuyordum. Gövdemi dizlerime doğru eğmiştim ve kontrolsüz bir şekilde topuklarımdan birini hızlı hızlı yere vuruyordum, bu pozisyonda durmak sanki nefes almamı daha kolay bir hâle getiriyormuş gibi hissediyordum ancak sanırım bu yalnızca bir sanrıydı.

Etrafa bakındım. Eski tip, taşlı bir avizenin içindeki sarı ampul odayı loş bir şekilde aydınlatıyordu. Yerdeki gıcırtılı ahşap döşemenin üzerine karmaşık desenli, kırmızının hakim olduğu, kenarları püsküllü bir halı örtülmüştü. İşte şömine oradaydı, çaprazımdaki duvarda; önünde sökülmüş hâlde metal bir şömine siperliği duruyordu. Şöminenin üstünde yalnız başına asılı duran, ahşap işlemeli çerçeveye sahip bir tablo asılıydı. Tablonun üstünde ve altında, tabloyla aynı boyutlarda silik, dikdörtgen şeklinde iki iz vardı. Bir zamanlar oralarda da birer tablo asılı olduğu belliydi. Ütündeki resmin renkleri solmuş, birbirine karışmıştı ve ne olduğu anlaşılmıyordu ancak tablonun merkezindeki yazı net bir şekilde okunuyordu:

Vefakârdır, aradan yıllar geçse bile tanıdıklarını hep yakınına çağırır.

Arkaya, soluma doğru, mutfağa açılan büyük bir kemer kapı vardı. Öne doğru eğildiğimde içeride o adamın –Denisa bana adının Alro olduğunu ve bir polis olduğunu söylemişti– sırtı dönük şekilde tezgahın önünde camları şıngırdatarak bir şeylerle uğraştığını görebiliyordum, muhtemelen bizi duyamıyordu çünkü mutfak tezgahının üstündeki kısık sesli telsize odaklanmış gibiydi. Karşımdaki duvarda, duvarın neredeyse tamamını kaplayan, ahşap bir televizyon ünitesi vardı. Ünitenin ortasında, çatıdayken sesini duyduğum o televizyon duruyordu. Sesi kısık şekilde açıktı, bunun bir haber kanalı olduğu anlaşılıyordu. Ekranın kenarındaki tarihe baktım. Tarih, biz buraya gelmeden önceki tarihle aynıydı.

"Aynı yıldayız." dedim Denisa'ya. "Hatta aynı günde, aynı saatte..."

O da benim gibi başını çevirip televizyona baktı, sonra ağır ağır olumlu anlamda başını salladı. Ardından tereddütlü bir ses tonuyla konuştu: "Yani bu en azından bir... Zaman yolculuğu değildi, değil mi?"

"Yani bunun bir tür bilim kurgu hadisesi olduğunu mu düşünüyorsun?" dedim. "Aklın alıyor mu, bu nasıl mümkün olur?"

Kollarını göğsünde birleştirdi ve anlatmaya başladı: "Bunu sen de deneyimledin, tıpkı benim gibi. Öğlene doğru yürüyüşe çıkmıştım, sonra o patikayı gördüm. Birkaç gün önce çocukken bu kasabada oynadığımız yerlerden konuşmuştuk, hatırlıyor musun? Gidip evin kalıntılarından geriye kalanları görmek istedim. Sonra... Bir ses duydum; bir gürültü ve uzaktan gelen, boğuk bir müzik sesi. Hemen değil ama kısa bir süre sonra bacadan yukarı tırmanmaya karar verdim ve biliyorsun işte, o baş dönmesi hissi... Sonra kendimi burada buldum, evin çatısında. Duyduğum o bütün seslerin buradan geldiğini öğrendim."

Kumdan KaleWhere stories live. Discover now