4. BÖLÜM: Baterist

85 62 20
                                    

Takıntılı düşüncelerin zehrini zihnime zerk etmeyi uzun zaman önce bırakmıştım, yoksa eninde sonunda aklımı kaçıracağımı biliyordum.

O festival gününü yıllarca aklımda yeniden canlandırmış, vicdanımı rahatlatacak farklı alternatifleri düşünmüştüm. O festivale hiç gitmemiş olabilirdim, dönüş yolunda takmam için bana verdiği kaskı onun takmasını sağlayabilirdim, hatta Val'la olan arkadaşlığımızın asla romatik bir ilişkiye dönüşmesine izin vermeyebilirdim. Bütün bunlar onun kurtulmasını sağlayabilirdi ama şimdi anlıyordum ki benim ölümüm de pekâlâ bunu sağlamıştı.

Val'la olan ilişkimiz bir sene bile sürmemişti. İlk sevgilimdi ama sonuncusu değildi, hayatımda önemli bir yer ettiğini ama hayatımın aşkı olmadığını biliyordum. Kasabadan taşındığım yirmili yaşların başında uzun süreli birkaç ilişkim daha olmuştu ama bir şekilde o pişmanlık hiç yakamı bırakmamıştı. Yani şu anda başımı ağır ağır sallanan minibüsün camın yaslamış, şehir merkezine doğru giderken hissettiğim şey ona duyduğum aşk değil; pişmanlık, özlem ve meraktı.

Camın dışındaki orman yoluna bakıyordum ama manzarayı göremeyecek kadar dalıp gitmiştim. Gergin olduğum zamanlarda hep yaptığım gibi bacaklarımdan biriyle hızlı hızlı ritim tutuyordum. Kucağımda duran beyaz montum, bacağımın bu hareketiyle sürekli hışırdıyordu. Montun cebinden Denisa'nın telefonunu çıkarıp inceledim; mavi kılıfının üstüne bir gitar etiketi yapıştırılmış, altına muhtemelen tükenmez kalemle bir şarkı sözünün iki satırı yazılmıştı.

Ve biliyorsun nasıl hissettirdiğini

Hâlâ sevmeyi, artık olmayan birini

Telefonu yeniden montun cebine koydum. Minibüste az sayıda yolcu vardı; kısık sesli, havadan sudan fısıldaşmalarını duyuyordum.

Val beni tanıyacak mıydı? Şu anda yirmi yedi yaşında olmalıydı, peki ya ben onu bu hâliyle tanıyabilecek miydim? Bunca zamandır bende bir fotoğrafı bile yoktu, belki de yüzünü sandığımdan daha az hatırlıyordum. Bütün bunları düşünürken yolun çevresindeki ağaçlar, yavaş yavaş beton yapılara dönüşmeye başladı. Hava kararmaya başladığından sokak lambaları yanmıştı, evlerin pencereleri aydınlıktı.

Birkaç hafta önce kendi evrenimdeki kasabaya gelirken şehrin içinden geçmiştim, o şehirle bu şehir arasında hiçbir fark yoktu. Binalar, mağazalar, duvar yazıları... Her şey tamamen aynıydı.

İneceğim durak yaklaşıyordu. Uzanıp kırmızı renkli duracak düğmesine bastım ve minibüs yavaşlayıp durduğunda kalkıp araçtan indim. Hava, içeride olduğundan çok daha serindi. Montumu üstüme geçirdim ama önünü kapatmadım. Eğer şu anda geriye nasıl döneceğimi bilmediğim bir paralel evrende sıkışıp kalmamış olsaydım bu siyah lekeli montla ve terli, dağılmış saçlarla insan içine çıktığım için kendimden utanırdım.

Kaldırıma çıktım ve ellerimi cebime sokup sokağın yukarısına doğru yürümeye başladım. Kaldırımlar öyle çok da kalabalık değildi, yine de sağ tarafıma kalan mağaza ve kafeler oldukça dolu görünüyordu. Renkli ışıkları yerleri, duvarları aydınlatıyordu ve her birinden gelen kısık müzik sesleri birbirine karışmıştı. Denisa'nın bahsettiği bar, caddenin ilerisindeki bir ara sokaktaydı. Oraya en son ne zaman gitmiştim, yirmi yaşındayken mi? O yaşlarda olmalıydım.

Caddeyi aştım, o ara sokağın önüne geldim. Beni mekâna yaklaştıran her bir adımımda kalbim daha da hızlanıyor, göğüs kafesimdeki yakıcı his daha da artıyordu. Sokağın içinde yankılanan müziği duyuyordum ama tam olarak nereden geldiğinden emin değildim. Sokak –özellikle de mekânların önü– ana caddeden daha kalabalıktı. Sonrasında yaptıklarımı neredeyse bilinçsizce yaptım: Sokağı yürüdüm, mekânın kapısına geldim, kazara çarptığım birkaç kişiden özür diledim, içeri girdim...

Kumdan KaleWhere stories live. Discover now