1.4

21 7 19
                                    

VIII

İmza günlerini sevmezdim. Ne kadar süreceğini bilmediğim bir etkinlikte, insan olduğum unutularak saatlerce bir masada oturacak, yüzlerine gülümsemediğim her an beni suratsız ilan etmeyi bekleyen kameralara karşı tetikte olacaktım; bir sürü kitabın sayfalarına imza atacak ve belki de karakterler hakkında konuşmakla ilgilenmeyen kişilerin neden bir mürekkep izi için bu kadar zahmete katlandığını düşünüp duracaktım. Tüm kitapta kelimelerim varken imzamın bir sayfada olmasının ne önemi vardı?

En azından önceden gelirlerdi ve ben vaktimi alarak, yavaşça kitaplarına çizik atarken heyecanlarından cümlelerini zor toparlar halde sevdikleri anları, karakterleri ve nedenlerini sıralarlardı. Şimdi buna vaktimiz yok. Geliyorlar, isimlerini söylüyorlar, sayfayı imzalıyorum kapatıyorum ve poz ver, gülümse, şak tamam sıradaki.

Neden?

Konuşamayacaksak neydi bunun anlamı?

Yayıncım, beni ofise beklediğine dair mesaj attığı bir seferinde binlerce kitapla karşılaşmıştım. "Umarım işin yoktu, bunları imzalaman gerekiyor."

İlk başta komik bir çaba olduğunu düşünmüştüm. Kitabın içeriği aynıyken, imza günü denen şey sohbetin bir kılıfıyken kim neden sırf üzerinde bir çizik var diye kitap almaya koşacaktı ki? Öyle olmadı.

İmzasız kitaplar dururken tüm imzalılar tükendi. Anında. Et-rafta daha önce beni hiç okumadığını ama imzalı satışı görünce dayanamayıp aldığını söyleyen yorumlar uçuşuyordu.

Neden?

Anlam veremiyordum.

"Bugün yapman gerekenleri sana tekrarlamak için aradım," dedi yayıncım, imza gününe doğru giderken. "Güzel bir uyku çektiğini düşünüyorum, sakın cevap verme. İnsanlara gülümsüyor, bize mantıksız gelen şeyleri sorgulamıyor ve müşteri memnuniyetini ön planda tutuyoruz, değil mi Menesciğim? Kesinlikle haklısın. Somurtmuyoruz, bak burası önemli, kimseyi sahtelikle suçlamıyoruz. Herkes orada kitapları sevdiği için var. Unutma bunu. Unuttuğum bir şey var mı?

"Ah, evet. Sakın somurtma."

"Bunu zaten söylemiştin."

"Öyle mi? Gülümsemen gerektiğini de söylemiş miydim?"

"Evet."

"Ne söylemiştim hatırlatır mısın?"

"Somurtmuyorum ve gülümsemeyi unutmuyorum. Anladım."

"Çocuklar çok hızlı büyüyorlar." Telefonun öbür ucundan sahte bir burun çekme sesi geldi. Gözlerimi devirdim. Her imzadan önce muhakkak arıyor ve bunları tekrar tekrar hatırlatmaktan asla yorulmuyordu. Başkası olsa bu kadar uğraşır mıydı, sanmıyorum. Neden katlanıyor, onu da bilmiyorum gerçi.

"Az kalsın unutuyordum! Menes, hediyeleri teşekkürle kabul et."

"Neden anaokulu çağında annesinden terbiye dersi alan çocuk gibi hissediyorum?"

"Öyle olmuyor mu zaten?"

"Dayanılmazsın."

"Konuşana bak hele. En azından ben keyif alıyorum, sen de denemelisin."

Yazarken alıyordum. Yazarken kurgulamak bana keyif veriyordu. Tüm o karakterler ve sonsuz hikâye. Hangi kararı verecekti? Nasıl biriydi? En korkunç anda bile espri yaparak acısını mı gizliyordu yoksa başkalarınınkinden keyif alıp herkesi rahatsız mı ediyordu? Empati duyulacak gibi miydi ya da akılların alamayacağı kadar kötü?

Onları bilirdim. Tanımak zor değildi çünkü zihinlerinin içlerini görebiliyordum. Ben zihinlerinin içindeydim. Tüm hikâyelerini biliyordum, hikâyeleri ben uyduruyordum. Bana güven veriyorlardı, duygularının sahteliğini görüyordum ya da gerçekliğini. Sevdiğini söylediğinde bundan şüphe etmiyordum.

hiçin umuduyla her şeyin umutsuzluğuWhere stories live. Discover now