1.10

18 4 14
                                    

XVII

İnsanlardan sıkılıyorum. Ama sanırım bunu belirtmeme gerek yok. Yanlarında dinliyormuş gibi dururken aslında zihnim oradan çoktan kopup gitmiş oluyor. Bazen kendimi o kadar kaptırıyorum ki dudaklarım hareket etmeye başladığında ve boşluğa karşı gülümsediğimde fark etmem bir hayli zaman alıyor.

"Söylediklerimin tek kelimesini bile duymadın değil mi?"

Zihnim o an orada bulunmak istemiyordu. Neden istesindi ki zavallıcık? Dakikalarca anlamsız cümleler kuruyor, kelimeleri yanlış sıralıyordu. Onları düzgün kullanamayacaklarsa ne diye vakitlerini harcıyorlardı acaba.

"Duysana beni," dedi. Kimdi? Hatırlamıyorum. Annem, kardeşlerimden biri, belki eski bir arkadaş ve ve ve... Bilmiyorum. "Neden beni duymamakta bu kadar ısrarcısın? O kadar mı sıkıcı buluyorsun beni?"

"İlgimi çekmiyorsun."

"Ya. Ne ilgini çekerdi peki? Ne hakkında konuşuyor olmamı tercih ederdin?"

"Bilmem. Hiç, belki."

"Hiç hakkında mı konuşmamı istiyorsun?"

"Olabilir. Neden olmasın."

"Yoksa hiç mi konuşmam tercihin."

"Fark etmez. Az öncekilerden iyidir büyük ihtimalle."

"Az önce ne konuştuğumu dinlemedin ki. Nereden biliyorsun daha iyi olup olmayacağını."

"Başında buradaydım ya, duydum."

"Menes, benden değil de kendinden sıkılıyor olabilir misin acaba?"

"Senden kaçıp kendi kafamın içine sığındım, pek mümkün gelmiyor."

"Kendinde söylediklerime bir karşılık bulamıyor olman benim suçum değil."

"Karşılık istediğimi kim söyledi?"

"Sıkıcı hayatın. Boş bakışların. Neden benimle buluştun ki hem? Madem bu kadar anlamsızım."

"Bilmem, değişik bir şeyler anlatırsın belki diye düşünmüştüm."

"Hayal kırıklığı için özür dilerim. Kafanın içinde sana başarılar."

Gitti. Ben de başından beri kahvemi yudumlamaya devam ettim.

XVIII

Yolu takip ederken adımlarım zaman zaman hızlanıyor, böyle anlarda zihnimde sessizlik hâkim; hiçbir şeyin uğultusu altında her şeyi hissederek eziliyorum. Öfke ele geçiriyor bedenimi, sebebine kör kalıyorum. Kaşlarımın ağırlığı gözlerime biniyor, göğsümü kalkışları hızlanıyor ve çenemi öyle sıkıyorum ki dişlerimin sızlayışı kafatasıma yayılıyor.

Tepkimin sebebini ararken kayboluyorum, biraz önce avlamaya niyetlendiği balığı nereye kaybettiğini anlayamamaktan ötürü kafası karışık şu martı gibiyim adeta. Duraklıyor, soluklarımı normal alıyorum ve bedenime yaydığım kasıntı ağrı gevşiyor. Öfkem dalgalarla gidiyor ama bir bakabilseydim, neyle dolup taştığını görebilseydim...

Önümden bir anne kız geçiyor, elindeki dondurmasını umarsızca yalayışı tüm ağzını pembeye boyamış. Anne göz ucuyla buna bakarak gülüyor. Kalbim sıkışıyor.

Belki de yürüyüş yapmak iyi bir fikir değildi. Belki de odamda kalmalıydım. Keşfetmeye değer ne vardı ki bu dünyada?

Zamandan kopmuş halde düşünceleri ardı sıra takip etmeye çabalayadurayım, çoktan sergiye bilet almış, girişte duruyordum. Olurdu bu bazen, adımlarım ilerler, bedenim gündelik komutları otomatik gerçekleştirmeye başlardı ama ben -buna ruh deyin, bilinç deyin, ne isterseniz- farklı bir köşede, farklı meselelere odaklı, gözüm bakar ama görmez halde saatlerce kendimle konuşur dururdum işte.

Sergi, çoğu siyah beyaz olan fotoğraflardan oluşuyordu ki bu keyiflenmeme yaramıştı. Renkler güzeldir, sanırım. Ama renkleri bir kareden aldığınız zaman geriye yalnızca o kalır. Orada olan her neyse artık: Bir eşya, bir insan, boş bir sokak, deniz ve kayalıklar, çayır ve koyunlar... Herhangi bir şey. Her şey belki ya da hiçbir şey.

Yanımda insanlar duruyor, geliyor ve gidiyordu. Hepimiz aynı anların önünde dikilirken kaç farklı fikre kapılıyorduk acaba diye merak ederken buldum kendimi.

"İnsanın elini uzatıp içine dalası geliyor değil mi?"

"Bu yüzden sergileniyor ya." Parlak bir gülümsemesi vardı. Ben değilseniz eğer, yüzüne baktığınızda gördüğünüz bu devasa gülüş sizi içine çekebilirdi de. Ama gözlerine bakmış ve etkilenmemiştim. Yüzündeki kırışıklıkları taramış ve yeterli bulmamıştım. Ön yargı deyin, ego diyin. Ne düşündüğünüzü duy(a)mayacağım zaten.

"Bir serginin nedeni yalnızca bu mu olabilir? Neden baktığımızda tüylerimizi diken diken eden, sahneyi bize yaşatan acılarla dolu fotoğraflar da var; onlara girmek isteyeceğimizi sanmıyorum."

İşte ben buna kelimeleri doğru sıralamak derim.

Dikkatimi çekmeyi başarmış olduğunun farkındaydı. Derin nefes alışımı izleyen ağır kol kavuşturmam ve başımı yana yatırarak bakışlarımı onunla resim arasında dokumamı hiç fark etmemiş gibi yapıyordu ama gözlerinin bana kayıp durmasını bir türlü engelleyemiyordu da. Boğazını temizleyip ona baktığımı anca görmüş gibi yaparak tüm dikkatini çevirdiğinde dudaklarımın hafiften kıvrılmasına izin verdim. Bu çabası bir takdiri hak ediyordu.

"Doğru," dedim onu onayladığımı bir de kelimelerle ifade etmek isteyerek. "Buradakiler adına konuşuyordum."

"Biliyorum. Sadece dikkatini çekmeye çalışıyordum. Başarılı oldum gibi."

Bu itiraf benden yine havaya karışık bir gülümseme aldı. Alay mı etmiştim, gülmüş müydüm? Sanırım onun da kafasını karıştırmıştım. Gözlerinin içinde bir umut, benden karşılık bekleyerek yüzümü izliyordu.

Gözleri mavi değildi. Yüzünde çocuksu bir neşe taşımıyordu. Gülümsemesi yüzüne kazınmış değildi ve sanki gülmek onun tarafından var edilmiş gibi kırışıklıkları ona yakışmıyordu.

İçimdeki ilgiyi canlı tutamıyordum.

"Evet, bir saniyeliğine," dedim ben de ve tekrar düştüğünü hissettiğim suratımla geriye adımladım, kapıya niyetle.

"Kahve içmek ister misin?" dedi tek nefeste.

"Neden bunu yapayım?" Ellerim trençkotumun cebinde, çıkartmadan iki yana doğru uzatmışım, kapıya doğru gerilemeye devam ederken yüzüm ona dönük.

"Tanışmak için?" Başını yana yatırdı, geçerli bir sebep olduğundan şüpheliymişçesine gözlerini kısmış, kaşları tuhaf bir şekle girmişti, gülümsemesi hala oradaydı.

"Kahveye alerjim var," dedim, cevap beklemeden merdivenlerden inmeye başladım.

XIX

Hediyelik eşya dükkânından geçip giderken sergi fotoğrafların ayraç hallerinin önünde aniden durma gereksinimi duydum. Denize uzanan kayalıkların üzerinde bir deniz feneri, tek başına dikilmekte, almış karşısına engin suları. Üzerinde kuşlar, parça parça bir bütün halinde donmuş kalmış. Bir tanesi aşağılarda, suyun biraz üstünde, geride kalmış. Siyah ve beyaz. Gururlu bir yalnızlık hissiyle sarmalanmış bir fotoğraf. Bunu kendim için aldım.

Ve kumsala yerleştirilmiş bir sandalye. Gün doğumu öncesi, mavi saatlerde donmuş bir kare. Yalnız bir sandalye, oturacak ruhları beklerken manzaranın tadını çıkarıyor. Denizin dalgalarını duyabileceğim kadar huzurlu renkler. Bunu Atlas için aldım.

hiçin umuduyla her şeyin umutsuzluğuWhere stories live. Discover now