1.8

27 6 36
                                    

XV

Söylediklerimi gerçeklerle karıştırmamam gerektiğini çok küçük yaşta öğrendim. Kelimelerin şekilleri olduğunu öğrenmeden önce, birçok çocuğun arasına bırakılıp akşama tekrar alınmak için terk edildiğim dönemlerde hayal dünyamıza emanet edilirdik. Bir sürü oyuncak ve bir avuç çocuk. Hadi, kendinize dünyalar yaratın.

Sorun neydi o zaman? Çevremde kızgın bakışlar, anlamsız kaş çatışlar... Bağırışlar- Kulaklarımın dışında kalışlar ve kaçışlar. Müdürün odasına, yere ulaşamayan bacaklarımı sallıyor, ellerimi baldırlarımın altına sıkıştırmış, öylece yere bakıyordum. Kelimelere kendimi kapatmıştım. Yalnızca sesler vardı; birbirine eklenen ve bir çamur gibi büyüyerek yapış yapış yayılan sesler. Anlamsızlardı.

Dinlemezseniz her şey anlamsızdır. Açık camdan içeri girmiş bir güveyi izliyordu gözlerim. Önce müdürün sakin durmaya çalışan kırışıklıklarının izleriyle kaplı yüzünün çevresinde dolandı, kimse görmedi. Burada olmaması gerekiyordu ama nereye konsa emin olamıyordu. Masanın üstünde durdu ama el kol hareketleri onu korkuttu. Odanın içinde gözden kaybettim.

"Neden millete babanın işinin çocuk toplamak olduğunu söylüyorsun kızım?"

"Okula götürüyor demek istemiştim." Babam mimardı.

Sonrasında birçok kez bana tatlı ses tonuyla konuşan bir kadınla aynı odada kalmak zorundaydım. Her şeyi tekrar tekrar sorardı, benden dinlemek isterdi sanki aptalmışım gibi. Sanki aslında olanı bilmiyormuşum gibi. Yalnızca hikâyeler uyduruyordum işte, başka biri gibi davranmanın tadına bakıyordum.

Hoşuma gitmeyen sonuçları olunca başımı eğdim. Bana geri dönüşü olmayacağını bildiğim anları kollamayı öğrendim. Kimse yazdığım kitapları okurken bunun peşine düşmüyor, haliyle hayatımı idame ettirebiliyorum.

Birkaç sene öncesinde, ilk imzalarım sayılabilecek zamanlarda okurlarım kişisel hayatım hakkında sorular sormaya başladığında onlara düşünmeden cevap verirdim. Birbirleri ile konuşacaklarını, sosyal medyada bu bilgileri dağıtacaklarını hiç düşünmemiştim.

Fakat bunu sevdiler. Gizemli takıldığımı düşündüler, hangisi gerçek bulmak için peşine düştüler ve bunu kendilerine bir oyun haline getirdiler.

Yine de bazen yoluma çıkabiliyor işte.

Yemekten kalkmak üzereyken yanıma gelen genç kadının elinde kitabımı gördüğüm an arkadaşı kaza geçirmiş biriydim. "Merhaba," dedi karşımdaki sandalyeye oturur oturmaz. "Çok heyecanlandım, merhaba." Güldü, kelimeleri soluklarıyla karıştı. Kendisini birkaç saniye toparlayamadı. Yanakları al al, dudakları açık ve kıvrıkken gözlerinin içi parlıyordu. "Dün imzaya yetişemedim ama şansıma çalıştığım otelde kalıyorsun. Ben Gaye. Daha önceleri birçok kez imzana gelmiştim, belki hatırlarsın beni. Hatırlıyor musun? Aslında-"

Kelimeleri arka arkaya suratıma fırlatıyordu adeta. Kendimi sandalyeme geri bırakmak zorunda kalacak bir ağırlık biriktirmişti üzerimde. Sanki her konuştuğu omuzlarıma, kucağıma biniyor, bazıları beni aşağı bastırıyor bazıları ayaklarımı kavrayarak zemine kilitliyordu.

Onu istesem de dinleyemezdim. Ne zaman başlamıştı ve cümleleri nerede bitiyordu anlayamıyordum. Noktası yoktu ve virgülü kesinlikle hiçbir araya giremiyordu. Boşluk tuşu kullanmadan yazılmış bir kitaptı adeta.

"Kitaplar zaten imzalı ama düşündüm ki-Yani hazır buradasın, ben yine imza gününe ve özellikle söyleşine geleceğim tabii ama belki benim için burada bir kez daha imzalarsın" Kitabı masanın üzerine koydu, üst üste binmiş imzalarımın olduğu sayfayı açtı ve bana doğru ittirdi. Sustuğunu fark etmem biraz vaktimi aldı desem yeridir. Kulaklarımın bu yeni duruma alışması, beynimin az önce ne dinlediğimi idrak etmesi için birkaç saniyelik bir boşluğa ihtiyacım vardı.

Kitabı usulca kendime çektim, kalemi elime aldım. Gözlerim imzalamaya alışık olduğum sayfaya kaydı, üzeri geçmişimin aynı hareketleri ile doluydu. Zamanın kaç yerinde bunu yapıyordum? Kitabı çek, kalemi al, sayfayı aç, imzala. Her birinde aynı isim, aynı kişiler; ben nasıldım peki? Geçen sene kalemi çok mu neşeli tutuyordum ya da dört sene önce fazla mı aceleciydim? Elimin altındaki kitabı dahi yazarken nasıl biriydim hatırlamıyorum.

İlk kitaplarımdan sayılırdı, tekrar açıp okumadığım ama kurgusunu benimle yaşattıklarımdan. Kelimelerde gözümü gezdirmem yeterli oluyordu, tüm o hatalar ve böyle yaparken ne düşünmüş olabilirimler. Gerçekten de kurgulamakta sorun yoktu, kafamdan uydurduğum kaynak limitsizdi ne de olsa. Sorun yazıya dökmekti.

Bu şekilde mi ifade etmeliyim? Önce hangi bilgiyi vermeliyim? Burada bu betimleme oldu mu şimdi? Fazla itici oldular. Diyaloglar gerçekçi hissettirmiyor. Olay örgüsü mü koptu sanki? Duyguları veremiyorum. Ne anlatıyorum şimdi ben?

Düşünmek her şeyi mahvediyordu. Bunu birçok kez kanıtlamışken duraklamak, önümden günlerimi alıp kaçıyordu. Bir kez tökezledim mi haftalarca yazamadığıma inanarak dosyayı açamıyordum. Bu kadar beceriksizsen yazma daha iyi.

"Onun yerine kitaptan sevdiğin bir alıntıyı kendi el yazımla yazmamı ister misin?" dedim imza atacak yer kalmamış anlamsız sayfadan kadına dönerek.

"Evet, evet lütfen. Çok daha güzel olur. Aslına bakarsan imza sadece bahane. Seninle sohbet edebilme şansı için gelip duruyorum ama sıra o kadar uzun oluyor ki bir türlü istediğim şeyleri dile getiremiyorum. Sorun olmaz değil mi? Burada oturmam yani? Biraz kitapların hakkında söylemek istediklerimi söylesem, seni sıkmam umarım? Kalabilir miyim? Gerçi patronum görürse kızar ama..." Ve tekrar başlamıştı. O kadar hızlıydı ki hangi boşlukta nefes alıyordu anlayamıyordum. Sanki kelimeler içinde birikiyor ve dışarı atmazsa patlama tehlikesi arz ediyorlardı. Konuştukça atıyor, konuştukça atıyordu; kelime makinesiymişçesine sadece art arda sıralıyor ve dünyaya salıyordu. Yüzü kıpkırmızıydı. Her an patlayabilir!

Şiştiğini ve şiştiğini hayal ettim. Kırmızı bir top haline geldiğini ve kelimelerin şekil değiştirdiğini ve büyüdüğünü ve büyüdüğünü ta ki ağzından dışarı bir kısa çizgi uzanana ve bedeninden taşan noktalar ve virgüllerin birleşerek karmaşık bir ağaç gövdesi oluşturmasını izleyen dek. İçinde biriken tüm kelimelerin ucundan sarktığı bir noktalı virgül dalları ve tamamen kırmızıya dönmüş bir bedenden kök.

İhtiyacım olan kelimeleri gidip kopardığım bir bilgenin kökleri.

"Çok isterdim," diye girdim söze, onu tekrar normal bir insan gibi görmeye döndüğüm an. Alıntılara da bakıyordum ki bu işi hızlı bitirebileyim. "Ama bir arkadaşımın kaza haberini aldım ve biraz aklım dalgın açıkçası, sohbet edebilecek bir havada değilim. Anlarsın ya, bugünü bu haberi hazmetmeye ayırmayı düşünüyordum, malum yarın da imza günü var."

"Ah, çok üzüldüm. Geçmiş olsun. Durumu iyidir umarım?"

"Çok ağır, araba kazası. Hastanedeymiş, henüz bilinci yerine gelmemiş bile. Pek umutlu da bakmıyorlar. Yanına da gidemiyorum..." Oysa arkadaşım yoktu. Bunu biliyor muydu acaba?

Bir an sessiz kaldı. Muzipçe gülümsedi. Anlamlandıramadığım bu tepki karşısında kaşlarımı çattım. "Bu da Menes'in uydurmalarından biri mi yoksa?" dedi. Tahmin bile edemezsin.

Kitabı kapatarak usulca arkama yaslanmıştım. Derince aldığım nefes geriye daha soğuk çıkıyordu sanki; öfkemin soğuğunu hissedebiliyor musunuz? Haklıydı, bu gerçekten de Menes'in uydurmalarından biriydi ama inanması gerekirdi. Ben hikâyeler uydururdum ve onlar inanırdı. Sorgulamamalılardı.

"Seni başımdan savmaya çalıştığımı mı ima ediyorsun?"

Eğlenen yüzü benim ciddi tonum karşısında donmuş, gözleri endişeyle büyürken sandalyesinde dikleşmişti. "Hayır, tabii ki de öyle bir şey ima etmeye çalışmadım. Yalnızca bir şeyler uydurmanla ünlü olduğun için-"

"Yani seni başımdan savmama sebep olan bir hikâye uydurdum ve bu seni keyiflendirdi? Herhangi bir arkadaşım gerçekten de kaza yapmış olamaz öyle mi? Bu durumda kesinlikle gülmen gerekir, yalan söylüyor olabilirim neticede. Değil mi? Orada bir arkadaşım yaşam mücadelesi veriyor ve sen karşımda gülerek bunun benim uydurmalarımdan birisi olup olmadığını soruyorsun. Gerçekten inanılmaz."

"Özür dilerim, seni gücendirmek istemedim. Arkadaşın için gerçekten üzgünüm."

Yalana inandığınızda, gerçeğiniz olurdu demiş miydim?

hiçin umuduyla her şeyin umutsuzluğuWhere stories live. Discover now