5.Bölüm

64 18 147
                                    

Ekmek fiyatları düşüp, emek fiyatları yükselmediği sürece, bu ülkede işkencelerde bitmeyecek bey baba!

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

Ekmek fiyatları düşüp, emek fiyatları yükselmediği sürece, bu ülkede işkencelerde bitmeyecek bey baba!

Mahallenin en suskun evi bende bu vücudun organıyım der gibi ilişmişti diğer evlerin arasına. Fakirlik mi susturmuştu o evi, yoksa fakirliğin üstüne binen çaresizlik mi?  O evde çaresizlikten eser yoktu lakin fakirlik o evin içli dışlı çehresiydi. Kalp bir aynadır ve siz o aynada Allah Azze ve celle yi görebiliyorsanız, çarelerin okyanusunda sırılsıklam olacaksınız demektir.
Tıpkı hayatlarından kopup gidenler gibi,soluk gül rengi boyasının çoğunluğu kalkmıştı  siyah pencere demirli zemin katta ki evin. Hoş toplasan iki katlı bir bina. Üçüncü kat zengin işi o zamanlar. Ha bir de ikinci katlar var ki oda en kolay kız isteyebilenlerin katı, yani memurların. Her ne olursanız olun, ya da kim olursanız olun, bir katil, bir polis, bir zengin yada bir yoksul. Güzel olan şu ki güneş daima herkesin üzerine doğuyor. Ve her yeni gün bizlere açılmamış bir zarf gibi sunuluyor yüce yaratandan. Günün kapalı zarfını taşıyacak postacı, geceyi yarmış ve birazdan belkide, sarıya çalacak olan mahallenin parlement mavisini turkuaza çeviriyor ve ona şahitlik eden fabrika işçileri mezarlarından kalkıp tekrar hayatla dans etmek isteyen zombiler gibi metalik suratlara çeviriliyorlardı. Hayat bazılarıyla betonda açan bir çiçeğin absürt güzelliği gibi uzaktan sevişiyordu.
Neredeyse herkes birbirinden alacaklıydı. Ama mahalle hepsinden daha alacaklıydı.

Erken öten horozun başını uçuramazlardı fakat bir taş atıp susturabilirlerdi belki. Kafası yastığın altında homurdanan babam " Saniye şu horoza bir taş atta sussun. Ulan horoz, bu mahallede herkes senden önce uyanıyor zaten!" deyip yastığın bastıramadığı bir tonda horlamaya devam etti. Fazla değil bir saat sonra mahalleli, betondan avlularda uzun yoldan gelmiş kabileler gibi birleşip, çember kurup kahvaltı ediyorlardı.
Bir çok evde sürgülü ahşap ekmek dolapları açılırken mutfağa bayat ekmek kokusu yayılıyor ve köylü akrabalardan gelen tereyağıyla kızartılmış yumurta ile aynı sofrada buluşuyorlardı. İşe gidecek olanlar ağızlarına tıkıştıra tıkıştıra sofralardan kalkıyorlar ve patronlarını daha da zenginleştirmek için fakir mahallelerinden firar eden mahkumlar gibi tekerlekli konserve kutularına doğru koşturuyorlardı. Onların mesaileri fabrika sahiplerinin permalı, ojeli karılarının parise gidip gelme sıklığı ile alakalıydı.

Kahvaltı faslı çoktan bitmiş, babam evden topuklayıp hayatla çıplak elle döğüşmeye gitmişti. Babamın da fabrika işçilerinden pek farkı yoktu. Oda aynı kadınların saçlarının pariste  çektirecekleri resimlerde daha iyi durmasını sağlıyordu. Babamın dramı o saçlara sıktığı spreylerin, misinanın kestiği yarıklara geldiğinde sıktığı dişleriydi...

Karakol civarında ki evler en ucuzlarıydı. Gece atılan işkence çığlıkları kira fiyatlarını yarı yarıya düşürüyordu. Genç çiftler sınır mültecisi gibi hemen sığınsalarda bu evlere, bir iki yıl içinde onlarda bıkıp çıkıyorlardı evlerden. Karakoldan uzaklaşmak demek diğer bir işkenceyi, yani çift vardiya çalışmayı doğuruyor du onlara. O çiftlerden birisi merdivende durmuş bir elinde misvak, diğerinde tespih olan göbekli, takkeli varyemez hacı amcayı dinliyorlardı. "Evin boyası yeni bitti. Pencereleri yeni yapıldı." diyor.
" Pencerelerden hangi sesler girebiliyor hangileri giremiyor hacı amca?" diye soruyor uzun favorili, sıska, devrimci genç. "Anlamadım oğul?" "Bey baba, farkındamısın bu ev karakolun dibinde." Hacı sakalını sıvazlıyor ve soruyor. " Ee.. Ne olmuş?" "Ne olacak senin yeni yapılmış pencerelerin mani olamaz gece oradan gelen işkence çığlıklarına." Hacı kafasını biraz salladıktan sonra "Geçecek oğul, bu günlerde geçecek." diyor kendide inanmayarak. Serden geçti devrimci genç dururmu. Sırıtarak " Bu ülkede ekmek fiyatları düşüp,emek fiyatları yükselmediği sürece işkenceler bitmeyecek beybaba... "

Yazmasında yapışık duran falım sakızını çekip ağzına atan Sıdıka teyze lafa giriyor. "Saniye, senin ki niye geç gelmiş gece kız?" Annem söyleyip, söylememek arasında baka kaldıktan sonra "Nezaretteymiş. Sağolsun kahveci Cumali dayı çıkarmış onu zor bela" diyebiliyor. Sıdıka teyze hemen ikinci soruyuda yapıştırıyor. "Neden kız? Ne oldu ki?" Annem bakıyor kaçış yok, iş karakol ifadesi gibi soru cevap ilerleyecek önce beni gözüyle yokluyor. Ben mışıl mışıl uyuyorum tabi. Yeleğinin uçlarından tutarak kollarını göğsünde birleştirip başlıyor anlatmaya. Önce derin bir iç çektikten sonra,
"Ya dün akşam balığa çıktı ya bizim ki. İşte 7-8 kilo balık yakalamış. Onuda balık pazarında satmak istemiş. Balığı alacak olan esnaf, iki teraziye atıyormuş bir tanede tezgaha. Bu da senden deyip duruyormuş. Süleyman'da dayanamayıp, ben onları tutana kadar tir tir titredim kayanın başında. Hadi bir iki tane neyse de her iki balıkta birini bu senden deyip gasp ediyorsun deyince adam başlamış ileri geri konuşmaya. İş küfüre gelince bizim ki tezgahta kim var kim yok dalmış hepsine. Olay bu anlayacağın."

Sıdıka abla başını sallayıp "Vah vaah, nedir bu adamın başına gelenler yahu. Her zaman birisi gelip işine taş koyuyor." Bu ortaya çifte kavrulmuş sohbeti benim ağlamalarım bölüyor. Annem beni kucağına alıp ilk öpücüğünü kondururken, yeşil kafalı, siyah kasalı pikap kapımızın önünde istop ediyor. Kafasını ön camdan çıkaran bezgin suratlı, kel kafalı adam Sıdıka teyzeye sesleniyor. "Abla kuaför Süleymanın evi burasımı?" Sıdıka teyze şaşkın ve meraklı bakışları ile "Evet, neden sordun abisi?" diyor. Kel kafalı adam sıkılmış hayatını havaya uçurmak istermiş gibi ağzında ki sigarayla arabadan inip, arka lastiğe basıp kasada duran tüplere hamle yapıyor. "Tüp getirdim Abla" derken dudaklarında kelepçelenmiş sigarası  aşağı yukarı hareket ediyor. "Tüpmü? Ay kız Saniye senin ki büyük tüp almış bak" diye evimizden içeri dalıyor.

Güneş şovunu tamamlamış assolist gibi tepelerin ardına giderken yeryüzüne parlement mavisini iade ediyor. Mahalleli yaşamla tüm gün yaka paça  boğuşmuş, harpten dönen yaralılarını karşılayan sevinçli ahali gibi pencerelerden uzatılmış meraklı  kafalarıyla göz göze geliyorlar. Herkes mahreminin perdelerini çekiyor.
Şimdi tüpe bakıyor ikinci çayını keyifle karıştırırken, günün yorgunluğuna aldırmayan babam. Evden giden eşyaların olduğu hanelerin mahallesinde eve giren eşya kahramanlık demek. Annem soruyor babama sokulurken "Nerden buldun parayı canım?" Babam masa üzerinde  kese kağıdının içinde  duran muza bir kaç saniye baktıktan sonra Anneme dönüyor ve "Sattığım balıkların parasıyla aldım. Allah bu defa rızkımızı denizden yolladı." diyor.
Kazanılmış bir zaferin mükafatı içilen çay ve Annemin, Barış Mançonun saçları gibi kokan arap sabunu kokulu saçları oluyor. 

Sokak lambasından daha çok eşkali belirsiz karatılar var köşelerde. Caferin düdüğü ile kafalar sağa sola bakınıyor. Kimin ne yaktığı belli olmayan sobaların Bacalarından zamansızlığa akıp yükselen dumanlar, müstakil bulutlar oluşturuyor. Mahalle öksürüyor ve ağzından fırlayan suçlu partiküller Komiser Tahirin demir kafesli köşküne yapışıyorlar. Bir tanesi de bekçi caferin kolunda giriyor karakola.
" Amirim bu şerefsizi duvara yazı yazarken yakaladım."
'' Ekmek fiyatları düşme... yazmış amirim. Beni görünce kaçtı enseledim bende."
Çiçeği burnunda asi damadın manifestik cümlesini işkenceci ibo sahneliyerek tamamlıyor.

Her insanın içinde merhamet vardır. Kimisi onu kullanmayı unutur sadece.

İNSTAGRAM
@muratgurofficall

Şair'in Manifestosu ( Yaşanmış Bir Hayatın Hikayesi) Where stories live. Discover now