12.BÖLÜM

41 5 58
                                    

"Hayatın pürüzlerine temas edenler tahriş olan duygularını saklıyorlardı sözüm ona köşe bucak."

Mart, tezgahını toplamış, yeryüzünü terk ediyordu. Göğsünde yakılmış kamyon lastiklerinden dolayı kararmış ciğeri ile yerini Nisan'a bırakıyordu. Fakat ötelerde, toros dağlarının gerisinden gelen gri bir belirsizlik gibi gezinen hoyrat bulutlar, birazdan fukara yatağına, eteğinde ne kadar H2O varsa indirecekti. Mevsim ile beraber değişen bir çok şey vardı mahallede. Değişmeyen unsur; metre kareye bir fakir, bir aşık, bir yanlız düşmesiydi. Gündüzün ilk saatleriyle birlikte gökyüzünün rahmi olan gri bulutlar, rahmetle ıslanan yeryüzüne sancılı yıldırımlar doğuracaktı. Toprağa saplanan hiddetli mavi damarlar toprağın azot dengesi için çalışacaktı. Ve bilemeyecekti korkudan annesinin eteğine sarılan sarı saçları kırmızı kurdeleli küçük kız, yıldırımlar düşmez ise sevilecek papatyaların olamıyacağını. Bir o kadar da o papatyaların beyaz yaprakları kadar temiz bir gelecek yaşıyamayacağını.

Mahallenin en sesli evinin yarım aralık duran penceresinden, ince parmakların tuttuğu bir kitap kapağı gözüküyor. Üzerinde "Sessiz Ev" yazıyor. 19 nisanda da kitabın yazarı Orhan Pamuk, madaralı edebiyat ödülünü alıyor. Kitabın ismi her ne kadar, bu curcunası bitmeyen evle tezat düşsede, edebiyat birinci sınıf öğrencisi Ayfer'in yanağında ki gamzesi durumu pek önemsemiyor. Belliki henüz kitabın başlarını okuyor.

Şeyhine raptiyelenmiş sofu Rafet'in beyninin gri hücreleri, gün be gün rabıtanın narkozunda işlevselliğini iyice kaybediyordu. Şimdi ise cübbesinin eteklerini, sıktığı yumruğu ile hafif yukarı çekmiş, öfkeli adımlar ile yürüyor. Arkasında yürüttüğü siyahlar içinde ki kadının öz kimliği, onunla evlendiği gün kaybolmuştu. Kadın, gözlerine kadar kapattığı yüzü ile kaybolan kimliğini kabullenmiş. "İnsanın yüzünü kapatmak, kimliğini yok etmek" demek istermiş katledilmeyeceğini bilse. "Bir kadının kimliğini yok etmek ise, onu toplumdan silmek, yani yürüyen ölü haline getirmek demek" diyen Cemil öğretmenin sözleriymiş bunlar. Fakat zamanla kendi fikirleri haline gelmişti. Geçen yazın bir akşam üzeri kocasıyla kapının önünde tartışan Cemil hocayı dinlemiş kapı aralığından. Ve o günden beri Cemil hocanın fikirlerine hayran olmuştu. Hele "Efendi! Efendi, kadın senin mülkün değildir. Sadece sana Allah'tan emanettir. Dinde zorlama yoktur. Sen bu Ağustos sıcağında kısa kollu gömlek ile gezerken, bu kadını kara çarşafla gezdirdiğin sürece merhametini sorgulamaya mecbursun. Yani orda burda bizi tarikatine davet edeceğine, önce Allah'ın ayetlerini iyi anlamaya çalış." deyişini hiç unutamıyordu. Şimdi ise Rafet'in tek derdi yağmura yakalanmadan eve varmak ve az önce Cemil öğretmenle karşılaşmış olmanın verdiği sinir bozucu durumdan kurtulmaktı.

Yağmur akşam üzerine kadar devam etmiş,tüm memleketi ıslatmıştı. Hatta ıslatmanın ötesinde bazı mahallelerde küçük nehirler oluşturmuştu. Akıp giden alacalı kahverengilikte ki su, sokağın tüm pisliklerininide kendisi ile beraber sürüklüyordu. Yağmurun gücü, sadece yerde cansız duran pislikleri temizlemeye yetiyordu. İki ayaklı pislikler bir yerlerde geceyi kolluyordu. Hava rengini siyaha teslim edince, mağaralarından ve saklandıkları deliklerden çıkıp geceyi bir tuval gibi kullanacaklardı. Fakat onlar bilge bir ressam değillerdi. Yapabildikleri tek resim, o tuvale suçlu portreler çizmek ve onu Komiser Tahir'in galerisinde kaçınılmaz bir sergiye yem etmekti. İşkence ekspertizi İbo, O portleri en iyi okuyabilen yegane adamdı. Ne diyorduk? Evet yağmur. Çiftçinin gülüşüne gülüş katan rahmet damlaları, şimdi ise paçasını sıyırmış insanların, isyan vari fısıltıları eşliğinde, ellerinde ki plastik kaplarla dışarıya atma çabasıydı. Bazı hane sahipleri kışın iki şey için bel bükerlerdi. Birisi odun kırmak, diğeride yağmur sularını tahliye etmek için.

Artık yağan yağmur sonrası bulutlar çekilmiş ve yerini yıldızlara bırakmışlardı. Ay, parıldıyor ve denizin üzerinde muazzam bir yakamoz oluşturuyordu. Yıldızlardan çok, kaya dibleri ile ilgilenen bir adam vardı. Elinde uzun sopalı bir file ile, kayadan kayaya atılıyordu. Derdi neydi...?. Derdi karides yakalamaktı. Sonra o karidesleri yem yapıp balık yakalamaktı. Kimden bahsettiğimi anladınız. Evet Babam. Birazdan başına gelecek felaketten habersizdi. Karideste bereket olacak ki, ağzından en sevdiği türkünün "Uçan da kuşlara malum olsun. Ben Annemi özledim" dizleri karışıyordu belirsiz karanlığa. Babam toplum önünde şarkı söyleyebilecek cesarette değildi. Ama onu oracıkta kimseler duymazdı. Biraz soluklanmak istedi ve bir kayanın başına oturdu. Bir sigara yaktı. Karidesleri koyduğu, kahverengi pirinç çuvalın dan kesip kendi diktiği keseye baktı. Kendi diktiği diyorum, çünkü Babam söz konusu balık olunca her işini kendisi hallederdi. Akşam üzeri Anneme çay demletir, bir yandan çayını içer, bir yandan da olta takımlarını bağlar ve mutlaka fenerinin pilini kontrol ederdi.

Sigarasından derin bir nefes daha aldı. Dumanını savururken aya bakıyordu. Tatlı bir rüzgar yanaklarını okşadı. Ayın yüzeyinde gençlik yıllarını hayal etti bir kaç dakika. Sonra gençlik yılları belirsizleşip yerini geçim kaygısından karelere bırakınca canı sıkıldı ve "Yeter bu kadar tembellik Süleyman efendi!" deyip ayağa kalktı. Fenerin düğmesine bastı ama yanmadı. Fenerin arkasına vurdu ve tekrar kapatıp açtı. Bu sefer titrek bir şekilde yandı. "Yapma be oğlum" dedi ve bir daha salladı. Bu sefer fener net yandı. Adım atacağı yere tuttu ve karşı kaya ya atladı. Babamın yolunu fenerden çok, umutları aydınlatıyordu. Herşey yer değiştirebilyor hayatta. Beyaz, siyah olabiliyor bir anda. Güneşli bir hava, gri bir gökyüzüne, yada gülen bir suratın göz kapaklarında küçük göletler oluşabiliyor bir anda. İşte her şeyin yer değiştirdiği anda, sizin nerede olduğunuzdur önemli olan. Kartların ters yüzü göründüğünde de siz hala aynı kişimizsiniz. Kendimize sormamız gereken asıl soruda bu zaten.

Yakamozun güzelliği ile tezat düşen bir çığlık yükseliyordu şimdi. Önce sivri kayaların yosunlu ve tuzlu yüzeyine çarpıyor, sonra da gökyüzüne uzanıyordu. Tuzlu suyun yaralarında oluşturduğu acı önce çenesini kasıyor ve sonra tüm bedenine yayılıyordu. Tabiatın koynunda acı bir akustik sancıydı "Kimse yok mu!!" cümlesi. İşte orada, o karanlıkta bedeninde ki acıya rağmen hayata tutunma gayretindeydi babam. İnsanoğlu yapmıştı yine kötülüğünü diğer bir insanoğluna...

"Görürsün bizi bir gün sokaklardaki karartılar bitirecek."

Şair'in Manifestosu ( Yaşanmış Bir Hayatın Hikayesi) Where stories live. Discover now