17.Bölüm

2.2K 185 23
                                    

Ah yürek yangını! Daha önce yüreğine sevdanın kor tohumları düşmemiş, travmaları yüreğinin tüm kapılarını insanlara, iyi olma, olabilme ihtimallerine dahi kapatmış biri için ne büyük bir yenilgidir. Sevmek, güvenmek, akabinde kırılmak, dökülmek. Büyük kırgınlıklar yaşamış yüreğini her şeyden sakınırken müsadesiz gelip yüreğinin orta yerine hakimiyet kuran bir çift mavi göz, bir tutam kahve kokusu.

Babasının sessiz sedasız, en çok ihtiyaç duyduğu anda yok olmuşçasına gidişinin ardından annesi dışında kimsesi kalmamıştı. Karaciğerindeki tümörün alınacağı gün en son görmüştü kahramanım dediği adamı. Ameliyathanenin kapısına kadar sımsıkı tutmuştu elini, ondan almıştı gücünü. Babası onun için başka bir dünyaydı o zamanlar şimdinin aksine. O büyük ameliyattan sonra sesini duymuştu. Kapının önünde annesiyle konuşuyordu ama büyük beklentileri babasının sesinin yok olmasıyla baktığı hastane odasının kapında kalmıştı. Bir daha ne yüzünü görmüş ne de sesini duymamıştı. Sanki buhar olup uçmuştu. Ondan geriye tek iz küçük bir çocuğun ruhunda ebediyen taşıdığı koca bir göçük, ve o göçüğün altında kalan küçük bir beden olmuştu.

Bu yüzdendi tüm hoyratlığı, saldırganlığı, önyargıları. Bir insanın başka birini sevebileceğine inanmıyordu, çünkü babası her fırsatta annesini ne çok sevdiğini söylerdi. Ne zaman ki sevginin varlığına bir misal görse soluğu o kafeslerde alıyordu. Güçlü, hırslı ve başarılı bir insandı ama kimsenin görmediği yıkık bir tarafı vardı. Babasının yıkıp gittiği o tarafı hiçbir şey onaramıyordu. Ne zaman ki o yıkık tarafına bir şey dokunsa can yaka yaka bastırıyordu acısını. Kendi canını yakmaktan da çekinmiyordu çünkü fiziksel acı bitiyordu ama ruhundaki acı her seferinde aynı şiddette acımaya devam ediyordu. Her şeyi içinde tarumar ettiği o kafeslerdeydi yine. Yine ordaydı. O kendini kaybetmiş azgın kalabalığın ortasındaki tel örgü kafesin ortasında duruyordu. Yüreğinde tahammül edemediği bir sızı vardı. Yabancısı olduğu, tanımadığı can alıcı bir sızı. Dalga dalga yıkık ruhunu saran can alıcı bir yangın yayılıyordu. Hepsini bu gecede öncekiler gibi yerle bir edecekti.

Anlaştığı üzere beş adam çıkmıştı karşısına. Tüm öfkesini onlara kusuyordu. Ama bitmek bilmeyen yürek sızısı azalmak yerine daha da artıyordu. Neden bitmiyordu ki, neden? Bu kafeslere her girdiğinde acısını, öfkesini tüketip çıkardı ama şimdi olmuyordu. Bir türlü kaçamadığı o sızı bitmiyordu. En son eski boksör çıkmıştı karşısına. Diğerleri gibi değildi. Sağlamdı, güçlüydü ama ondan güçlü değildi. Benliği ile verdiği savaş daha büyüktü. Gözünün gördüğü her şeyle savaşırdı ama hükmedemediği bir şeydi bu. Boyunu, gücünü aşıyordu. Güç yetiremiyordu. Yüreğindeki sızıya galip çıkamayacağını anladığında, karşısındaki adama karşı koymayı bıraktı. Sadece şakağındaki yarayı savundu ve korudu. Bedeninin her yerine yediği ağır yumruklar, ruhuna kadar işleyen sızıyı bastırıyordu. Karşısındaki adamın savurduğu yumruk kalbinde açılan o koca yaraların küçük bir minyatürü misali şakağındaki yaraya denk gelirken, kimsenin önünde duramayacağı o Alparslan ortaya çıkmıştı. Öfkeyle parlayan gözlerini diktiği adamı yerinden kalkmaya takat bırakmayacak şekilde bıraktı ardında.

Sarsak adımlarla çıktı kapısı açılan kafesten. Eşyalarını bıraktığı odaya girdi zor arttığı adımlarla. Gömleğini çıplak bedenine geçirdi. Sağ göğsünün altında feci bir ağrı vardı. Gömleğinin düğmelerini ilikleyecek gücü dahi bulamıyordu kendinde. Telefonunu eline aldı. Annesi, Serhat ve kayıtlı olmayan bir numara kırk yedi kez aramıştı. Akabinde üç tane mesaj bırakmıştı tanımadığı numaranın sahibi.

"Alparslan Bey ben Eylül lütfen telefonu açın. "

"Alparslan Bey lütfen telefona cevap verin. "

"Neriman Hanım'ın sizin yüzünüzden tansiyonu onsekize çıktı. Doktor çağırdım belki biraz umurunuzda olur. "

BİR TUTAM KAHVE KOKUSUWhere stories live. Discover now